Burada baştan ilan ediyorum ki, idealist bir analiz yapacağım ve bu analizimi de, tamamen kendi şahsi düşüncelerime dayanarak kuracağım.

Doğu Uygarlığı deyince aklımıza ne gelir? Çin, Hint, Mezopotamya, İran, Mısır ve Anadolu… Bu saydığım altı coğrafi bölge birçok iktisadi, tarihi ve toplumsal farklılıklar içermektedir. Bu coğrafya da çok farklı dinler de barınmaktadır: İslam, Hristiyanlık, Musevilik, Budizm, Taoculuk, Konfiçyusçuluk, Şinto Dini, Hinduizm, Zerdüştçülük ve ikinci derecede eklektik dinler Maniheizm, Mazdekçilik, Yezidilik, Bahailik, Sih dini ve benzeri… Çok farklı ırklar da bulunmaktadır: Ari ırk, Sarı ırk, Samiler ve Tûrani ırklar… Burada baştan ilan ediyorum ki, idealist bir analiz yapacağım ve bu analizimi de, tamamen kendi şahsi düşüncelerime dayanarak kuracağım. Beni yeterince objektif ve realist olmadığım yönünde eleştirecek olanlara, bunun farkında olduğumu şimdiden beyan ederim.

Yukarıda sayılan bütün bu coğrafya, din ve ırkların uygarlık olarak ortak bir tarafı vardır ki, bu tam Batı Uygarlığı’nın zıddıdır: “Doğu’da Bir toplumun örgütlenmesinde, geleneklerin oluşmasında ve iktisadi ilişkilerin yerleşmesinde adalet birinci plandadır; zenginlik ve büyüme adaletten sonra gelir.” Alacakaranlığını yaşayan Batı Uygarlığı içinse büyüme ve zenginlik adaletten önce gelir. Doğu toplumlarında adalet işlerse, bir sorun yoktur, ancak bu zenginlik anlamına gelmez… İktisadi küçülme de olabilir büyüme de; zenginlik de olabilir fakirlik de… Eğer adalet yoksa, standart doğu toplumu iktisadi büyüme olsa da olmasa da krize girer. Öte yandan Batı Uygarlığı ise, bütün temellerini daha çok zenginlik, daha hızlı büyüme ve sürekli büyüme üstüne kurmuştur. Eğer işler iyi giderse, batılı bir toplum iktisaden büyüyor ve toplamda da zenginleşiyor demektir. Ancak, bu büyüme eşitlikçi mi yoksa eşitsizlikçi mi, o önemli değildir. Önemli olan toplamda zenginliğin artmasıdır. Tersi de geçerlidir. Bir batı toplumu zenginleşemiyorsa, o takdirde o toplumun bireylerine göre sistemin fakirlikte eşitlik sağlaması, paylaşımın da adil olması hiçbir şey ifade etmez. Bir örnekle özetlemek gerekirse, doğulular pastanın eşit paylaşımına önem verir, batılılar ise pastanın büyümesine…

Batılıların dini, çoğunlukla Hristiyanlıktır ki, bu da orta doğu menşeli bir dindir. Doğu insanının bakış açısı, bu dinin kutsal yazılarında aynen bulunmaktadır: zenginliğin, gücün ve servetin değil, kardeşliğin, eşitliğin ve paylaşımın kutsanması… Bu Batılı için kabul edilemeyecek bir küfürdür. (Sosyalistler hemen alınmasın, Batı uygarlığının en mükemmel tecellisi olan Kapitalizme karşı oldukları için aslında kendileri fark etmeseler de Doğu uygarlığına mensupturlar.) Bu yüzden, bugün Hristiyanlık olarak adlandırılan din, zaman içinde dönüşerek bir Batılı pagan din haline – bizzat İstanbul’a ismini veren Roma İmparatoru tarafından- dönüştürülmüştür, (bunu da ben söylemiyorum merkezi Londra’da bulunan ve en ünlü Başpiskoposlarından biri de Sir Isaac Newton olan Arius Kilise’si [Holy Apostolic Catholic Church] söylüyor.) Öte yandan, Doğu uygarlığının hayata bakış açısında her daim bir uzlet, dünyadan el ayak çekme ve mistisizm barınmaktadır.

İnsanlığın içinde bulunduğu şu anki kıyamet tablosunda çözüm nerededir? Daha çok servet, daha çok zenginlik, daha çok büyüme ve daha çok tüketimde mi? Yoksa birbirinin derdiyle dertlenen, garibe gurebaya, fakire fukaraya el uzatan, insanlar arasında adaleti, eşitliği ve dayanışmayı savunan bir anlayışta mı? İnsanın bir ur gibi bütün dünyayı kendi arzusuna göre dönüştürdüğü, doğal ortamında doğal evrimle bu kadar yayılamayacak türlerin suni seçimle dünyayı kapladığı (örnek buğday ve tavuk) diğer türlerin yok olma eşiğine geldiği bir dünya mı arzuluyoruz? İnsanın kendini Tanrı yerine koyarak kendi ekosistemini dayattığı ve doğaya zincir vurduğu bir dünya mı, yoksa insanın doğayla, Tanrı’yla ve kendisiyle barışık yaşadığı bir dünya mı? Bir arkadaşımın söylediği gibi, bugün Doğu’yla Batı arasında çok fark kalmamıştır, doğru. Bu nesnel gözlemdir. Ancak, idealler çerçevesinde baktığımızda Batı Kapitalizmi ve Batı’nın kâr iştahı ve servet birikimi temelli dünya görüşü bu coğrafyalarda da hakim hale gelmişse, bu durum Doğu ülkelerinin de Batılaşmış (İdris Küçükömer Hoca’ma, Kemal Tahir’e, Erdem (Bayazıt) Amcam’a, Attila İlhan’a ve Sezai Karakoç’a selam olsun!) olduğu gerçeğinden başka bir şeyi ifade etmez. “Eh, ne yapalım battı balık yan gider!” mi diyeceğiz? Biz Wotan’ların (ABD liderliğindeki emperyalistler), devlerin (dev küresel karteller) ve cüce Niebelung’ların (tefeciler, para simsarları ve bankalar) bize dayattığı yüzüğün sihri ile (Finas Kapital) onların Valhalla’larının (sahte cennetlerinin) hizmetkârı ve bekçisi mi olacağız? Eğer cevabımız buysa, Itrî’yi, Farabî’yi, Firdevsî’yi, Konfiçyus’u ve Yunuz Emre’yi, Akşemsettin’i ve dahi Atatürk’ü unutalım… Dahası Kant’ı, Sokrates ve Platon’u, Goethe ve Schiller’i, Tolstoy ve Dosteyevski’yi, Bach ve Beethoven’ı da unutalım… Bize Lady Gaga’lar, Oprah Winfreyler, Trump’lar yeter diyelim… Yok, biz adalet, diğerkâmlık, sevgi ve merhamet, tevazu ve rikkat istiyorsak, o zaman Batı’nın sahte cennetinin çökmesini ve yüzüğün sihrinin bozulmasını beklemeden bu gidişe dur demeliyiz. Bu arada yiğidi öldürelim, ama hakkını verelim… 20. Yüzyıl’da Batı’dan (belki de bir Doğulu kalbiyle) çıkmış tek müstesna kurum olan Sosyal Devleti yeniden diriltelim. Sırf bizde değil, bütün Frenk toplumları ve bizim gibi bütün Frenk meşrep toplumlarda, mabedleri AVM’ler - şimdilerde de internet- olan gösteriş tüketimine bir son verelim. Dünya’daki fakir milletlere el uzatalım, onları Batılı emperyalistler gibi mahşerin dört atlısına (Savaş, Kıtlık, Salgın ve Ölüm ) yem etmeyelim, “Yeni bir dünya kuralım, biz de içinde yer alalım.”

Belki, o zaman, çok zengin olmayız, ama “Komşusu aç iken, tok yatanlardan” da olmayız. İlim şehrinin kapısı olamasak da (Hz. Ali Efendimiz) o kapının tokmağı oluruz. Lüks rezidanslarda Romalı patrici’lerin 21.Yüzyıl versiyonu gibi yaşamasak da, yüzünde yattığı hasırın izi çıkan Hz. Ömer Efendimiz’e benzeriz. Ankara’da dervişleriyle imece halinde ekin eken, ihtiyaç fazlasını fakirlere dağıtan Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri misali zühd ve huzur içinde yaşarız.

Evet, nesnel gerçekler bizi bazen ideallerden koparıyor… Böyle olunca da bakıyoruz ki, gösteriş tüketimi sevdalısı, para, servet ve güce her değerini takas eden Frankenstein’lara dönmüşüz. Bugün size biraz ütopik, biraz idealist ve çokça duygusal bir yazıyla “benim kalbimdeki Doğu’yu” anlattım. Siz de Sezai Karakoç’un “Fecir Devleti” şiirini okuyun…