İnsanımızın en az tahammül edebildiği konulardan biri eleştiridir.
İnsanımızın en az tahammül edebildiği konulardan biri eleştiridir. Nedense millet olarak eleştiri kültürümüz yok denecek kadar azdır. Belki eleştirmeyi bilmediğimizden karşı tarafa farklı bir his bıraktığımızdan hoşlanılmayan bir konu başlığı olarak karşımızda durmaktadır. Sadece sıradan vatandaşımızın değil, koskoca akademisyenlerin bile tahammül edemediği bir konudur bu. Oysa en çok da akademisyenlerimizin eleştiriye açık olmaları hatta bilakis eleştirilere özellikle açık olmaları beklenir. Her şeye kafa sallayan bir insan veya topluluktan hayır gelmez. Böyle toplumların aklından şüphe edilir. Hepimizin eleştiriye ihtiyacı vardır. Özellikle de kendini geliştirmek isteyen insanlar ve topluluklar eleştiriye gereksinim duyarlar.
Eleştiriyi yapana bakın
Eleştirmek ve eleştirilmek önemlidir. Ancak kimin eleştirdiği de önemlidir. Eleştiren kişinin hayatına bir bakın. Sizde eleştirdiği şeylerin kaçını yapabilmiş. Hiçbir başarısı olmayan ama başarılı olduğunu zanneden insanların eleştirilerinin kıymetli olduğunu söyleyebilir miyiz? Kendini gerçekleştirmiş, söyledikleri ve yaşantıları birbiriyle uyumlu ve tutarlı insanların eleştirileri değer bulur. Herkesin eleştirisi değerlidir demek de doğru değildir. İletişim biliminde değerli ve değersiz olanları aynı kefeye koyamazsınız. Hep bahsettiğimiz gibi tutarlı olmak çok önemlidir. Ancak tutarlı bir eleştiriyi de ancak adil olanlar yapabilir. Hem kendine hem etrafına adil olanlar iyi ve geliştirmeye yönelik eleştiri yapanlardır. Tespitler akılcı olmalıdır. Ama duygudan da arındırılmış faydacılık ambalajında sunulmuş eleştirilere kapılarınızı kapatın. Eleştiri kişiyi yerden yere vurmak değildir, övmek de değildir. O kişinin potansiyelini görüp itmektir. Eleştirmek eleştirilen kişiye etki ederek daha ileriye gitmesine sebep olmaktır.
Önce kendini eleştir
En iyi eleştirmenler kendini eleştirebilenlerdir. Aynaya bakmaya cesaret eden ve kendini sürekli eleştirip güncellemeye yatkın olan kişiler eleştiriye de açık kişilerdir. Ancak bu eleştirinin kendimize acımaya dönüşmemesi lazım. Arada ince bir çizgi var onu belirteyim. Zaten farkındaysanız eleştiri ve güncellenmeyi bir arada kullanmaya gayret ediyorum. Çünkü hakkaniyetli bir eleştirinin ardından kendini güncelleme gelir. Özellikle de bir büyüğümüzün, hocalarımızın, bilgelerimizin eleştirilerine açık olmalıyız. Onlar bizi sevmedikleri için değil tam tersi çok sevdikleri ve bizi başarılı görmek istedikleri için eleştirirler. İlgiye ve övgüye layık insanlar eleştirilirler. Ama sürekli alkışlanan, pohpohlanan insanlar kendilerinden şüphe etmeliler. Çünkü insan kusursuz değildir. Etrafımızda eleştirecek doğruyu veya hatamızı söylemeye cesaret edecek insanlar yoksa tehlikedeyiz demektir. Eğer eleştiriliyorsak başarılıyız demektir. Kendini bilen kişi kendini bilmezlerin eleştirilerine aldırış etmez. Çünkü onlarınki eleştiri değil en iyi ihtimalle olsa olsa gizliden hayranlıktır.
Eleştiri kültürü
Eleştirmek, kalp kırmadan kişinin iyi yönlerini de ortaya koyarak sağlıklı bir iletişim içinde olmaktır. Hatalarını; yanlışları doğrudan ayıracak şekilde kişinin daha iyiye evrilmesi için söylemek demektir. Eleştiride üslup çok önemlidir. Eleştirdiğiniz kişinin yaşı, konumu, sağlığı ve anlama kapasitesi ve bunların hepsinin iletişim becerilerinin içinde değerlendirilmesi gerekir. Eleştiri kültürüne sahip olan toplumlarda fikri düşünce daha hızlı gelişir. Eleştiri kültürüne hâkim olanlar, eleştirel düşünme kapasitesine sahip olup her fikri öyle olduğu gibi kabul etmeyip kendi süzgeçlerinden geçiren, karşılaştırmalı okumalar yapan ve tartışabilen insanlardır. Tartışma kültürünün de gelişmesi ve bazı akım ve cereyanlara kapılmamak için eleştiri kültürünün yerleşmesi önemlidir vesselam.
PAHALILIK
Kıymetli okurlar, başlığı görür görmez pahalılıktan şikâyet edeceğimi düşündüyseniz yanıldınız. Gerçekten gıda fiyatlarının ne kadar çok arttığını görüyoruz. Petrol fiyatı ile birlikte Ukrayna - Rusya Savaşı’nın da patlak vermesi ve olası kıtlık senaryoları piyasanın ürkmesine ve ister istemez psikolojik olarak da fiyatları arttırdı. Dünyadaki huzursuzluk bu şekilde sürdüğü sürece bu fiyatların ineceği veya dengeye girmesi zor gözüküyor. Öncelikle gerçekleri kabul etmek ve ona göre pozisyon almak gerekiyor. Bütçemizi mümkün olduğunca daraltmak gerekiyor. İndirim dönemlerini takip etmek ve acil olmayan şeyleri böyle dönemlerde almak gerekiyor. En başta yapılması gereken de bol bol dua etmek ve teslim olmaktır. Eh bir de söylemeye gerek yok; çalışmak ve çok çalışmak gerekiyor. Özellikle evinin rızkı için çabalayan ve elinden geleni yapan evin reisini Allah geri çevirmeyecektir. Evin reisi kelimesine takılmayın. Bırakın bu kelime yerini bulsun. Çünkü evi geçindirmek erkeğin sorumluluğundadır. Kadın çalışıyorsa bu bir lütuftur. Evin bereketi için erkeğin çalışıp, didinmesi gerekiyor. Şöyle dua edelim; Allah pahalılığı bize hissettirmesin. Amin.
ŞEHİRDE ZORDUR BAHARI BEKLEMEK
Fotoğraf: Güneş Ayşe Ceylan
Çiğdem çiğdem ayağımın altında kış mevsiminin vedası, baharın tomurcukları. En sevdiğim renkler; mor, sarı, turuncu hepsi boynuma dolanmış karmakarışık bir rüyadan uyandırır gibiler. Mis gibi fesleğen, papatya ve ıtır kokusu beynimin en girift yerlerinden geçip hatıralarımı önüme sererler. Kışın eriyen karları arasından, güneşi kucaklamış gelen perinin, yüzünü seçemiyorum. Buharla karışık sabahın seherinden yapraklara düşmüş çiğ tanelerinde yüzünü görüyorum ancak. Bir var bir yok gibi; kaybolup gidiyor. Bahar bu sene ne zaman gelecek? Nanik yapıyor, yanağımdan bir makas alıyor, uyandırıyor sonra yine uyutuyor kış uykusunda. Gel nazlı bahar gel. Dilimizde söz yüreğimizde derman kalmadı. Buz kesen ellerimizi ısıtacak yalancı baharı değil, yüzümüze gülecek mayıs çiçeklerinin açmasını bekliyoruz. En çok da şehirde beklemek zordur baharı. Gri renklerin arasındaki çatlaklarda yeşili hayal edersin. Bir betonun içinden sızan güneşi görür gibisin. Hep bir hayal bir gerçek arasındasın. Bahar gelse de hep uzağındasın. Şehirde koskocaman binaların arasından güneşe sarılmak zordur. Hele bir de baharı görecek penceren yoksa. Apartmanın en alt katındaysan. Demir parmaklıklara sarılmış minik bir yeşil otu bahara sarar sarmalarsın yanında çiğdemin açtığını görünceye kadar beklersin. Bin bir umutla gelen bahar elveda demeden yaza bırakır kendini. Şehirde zordur baharı görmek. Pencerenden sızan bir lokma ışığa hasret nice evler var. Sabret! Allah hepimizin baharını elbet bir gün kalplerimize verecek.
Dr. Öğr. Üyesi Dilara Uslu
SÜREYYA AĞAOĞLU’NUN TÜRK KADININA AVUKAT OLMA YOLUNU AÇMASI
Süreyya Ağaoğlu 29 Temmuz 1903 tarihinde Azerbaycan’ın Şuşa kentinde dünyaya gelir. Babası Atatürk’ün fikir ve mücadele arkadaşı düşünür, yazar, siyasetçi ve hukuk profesörü Ahmet Ağaoğlu, annesi ise Sitare Hanım’dır. Beş çocuklu bir ailenin en büyük çocuğu olan Süreyya Ağaoğlu, eğitimci ve milletvekili Tezer Taşkıran’ın; mühendis ve iş adamı Abdurrahman Ağaoğlu’nun; siyasetçi, edebiyatçı, hukukçu Samet Ağaoğlu’nun ve tıp doktoru Gültekin Ağaoğlu’nun kardeşidir.
1910 yılında ailesiyle birlikte Türkiye’ye göç eden Süreyya Hanım, henüz yedi yaşındayken arkadaşlarının ve ailesinin ne olmak istediğini sorduklarında: “Avukat olacağım.” cevabını vermektedir ve büyüdüğünde hala bu isteğinin devam ettiğini gören aile büyüklerinin isteğinden vazgeçmesi konusunda tavsiyelerde bulunmasına rağmen bu isteğinden vazgeçmez.
Süreyya Ağaoğlu’nun yetiştiği ortam, ülkenin en sıkıntılı dönemlerini yaşadığı yıllardır. Trablusgarp Savaşı ile başlayıp Milli Mücadele’yi de içine alan süre zarfında ard arda gelen savaşlar yaşanmış, çocukluk ve ilk gençlik yılları bu sıkıntılı süreçte geçmiştir. Süreyya Hanım’ın lise yılları İstanbul’un işgali dönemine denk gelir. Okuduğu lise olan Bezm-i Alem Valide Sultanisi’nde merasim salonuna işgal kuvvetlerine ait bir bayrak yerleştirilmek istenir ve bunun üzerine arkadaşları ile birlikte bayrağın olduğu yere tırmanıp indirirler. Yine o dönemde işgal kuvvetlerinin komutanları okula geldiğinde İngilizce bildiğinden dolayı okulun müdiresi Madam Beamount, komutanlarla ilgilenmesi için Süreyya Hanım’ı görevlendirince “Ben onlardan nefret ediyorum siz benden onlarla ilgilenmemi istiyorsunuz” demiştir. Bunun üzerine müdire hanım “neden bizden nefret ediyorsun?” diye sorunca Süreyya Hanım, “burada sizin işiniz ne? Babamı Malta’ya sürdünüz, vatanımı işgal ettiniz. Nefretime daha başka bir sebep gerekir mi?” diyerek üzüntüsünü ve öfkesini ifade etmiştir. Bu diyalog, Süreyya Hanım’ın vatan sevgisiyle bayrağını ve bağımsızlığını korumak için her şeyi yapabilecek dirayette bir Türk kadını olduğunun kanıtıdır. İstanbul’un işgal altında olduğu günlerde Sultanahmet ve Fatih’te düzenlenen ve Halide Edib, Hamdullah Suphi gibi dönemin önemli kalemlerinin konuşmacı olduğu mitingleri izleyenler arasında o dönemde lisede okuyan Süreyya Hanım ve arkadaşları da yer almaktadır. Bu coşkulu mitinglerde bilhassa Halide Edib’i hayranlıkla izlediğini her fırsatta dile getirir.
Liseden mezun olduktan sonra avukat olma hayalini geçekleştirmek ve hukuk fakültesinin kapılarını kadınlara açmak için harekete geçer. Süreyya Ağaoğlu, “Bir Ömür Böyle Geçti” isimli eserinde İstanbul Darülfünun’u Hukuk Mektebi’ne (İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi) giriş öyküsünü şöyle anlatmaktadır:
“1921 yılı sonbaharında üç arkadaşımla Darülfünun’un, yani Zeynep Hanım Konağı’nın merdivenlerini çıkıyorduk. Arkadaşlarımdan biri fen, diğeri de edebiyat fakültesine girmek istiyorlar, ben de hukuk fakültesini kızlara açtırmak ve hukuk tahsili yapmak istiyordum. O zaman Hukuk Fakültesi kadınlara kapalı idi: arkadaşlarım bana gülüyorlardı, muvaffak olup olamayacağım meçhuldü. Hukuk Fakültesi Reisi Selahattin Bey köşede bir masa başında oturuyor yanında Profesör Veli Bey, karşısında da Katib-i Umumi Rauf Bey oturuyorlardı. İçeriye girip:
– “Ben Süreyya Ağaoğlu’yum. Bezm-i Alem Valide Sultanisi’ni bu sene bitirdim. Hukuk tahsili yapmak istiyorum, beni hukuka kaydeder misiniz?” dedim. Selahattin Bey hayretle yüzüme baktı. Veli Bey her zaman aşağıya inik başını kaldırdı, ikisi de şaka edip etmediğimi anlamaya çalışıyordu sanırım. Nihayet Selahattin Bey kahkaha ile güldü:
– “Üç arkadaş daha bul, hemen fakülteyi açalım” dedi. Hakikaten fakülte “açmak” gerekiyordu, zira kadınlar erkekler ile beraber okuyamıyorlardı. Öğleden önce erkekler, öğleden sonra kadınlar ders görüyordu. Tabii bir tek talebe için bütün hocalar öğleden sonra ders veremezlerdi. Veli Bey başını kaldırdı:
– “Kadına daha ziyade doktorluk yakışır, o fakülteyi açtırsanız” dedi. Ben de:
– “Onu da doktor olmaya heves edenler açtırsın” cevabını verdim. Selahattin Bey:
– “Hak hukuk meselesi değil mi? Süreyya Hanım hakkını burada arıyor, muvaffak olmasını dileyelim.” dedi.
Bu olayın sonrasında Süreyya Ağaoğlu odadan çıktığında başka fakültelere yazılmış olan arkadaşlarını hukuk okumak konusunda ikna etmesi gerektiğini anlamıştır. Hemen yakın arkadaşı Bedia Hanım’a gitmiş ve önce onu hukuk fakültesine yazılmaya ikna etmiştir. Onun ardından da diğer iki arkadaşı Melahat ve Saime hanımları ikna etmiştir. Böylece 4 kadın hukuk fakültesinin ilk öğrencileri olmuşlardır ve Süreyya Ağaoğlu da hukuk fakültesinin 1 numaraya kayıt olan öğrencisi olur. Hukuk fakültesinde Ebülüla Bey, Selahattin Bey, Tahir Taner Bey gibi dönemin en önemli hocalarından dersler alır.
Bir süre sonra dört öğrenci için hocaların öğleden sonralarının alınmaması için 1. sınıfın ikinci döneminde erkek öğrencilerle birlikte okutulmalarına karar verilir. Daha Hukuk Fakültesinin son sınıfında duruşuyla güçlü Türk kadınını çok iyi temsil etmektedir. Türkiye ile ilgili yazılarıyla bilinen yazar Beatrice Hill Ogilvie, Current History dergisinin 1 Ağustos 1924 tarihli nüshasındaki “The New Woman of Turkey” başlıklı yazısında Süreyya Ağaoğlu ile yaptığı röportajdan çok etkilendiğini dile getirmiştir.
Hukuk Fakültesini 1924 - 1925 eğitim-öğretim yılında bitiren Süreyya Ağaoğlu’nun bu başarısı, Batı dünyası hukuk çevrelerinde de çok olumlu yankılar yaratır. Kendisine Paris Uluslararası Enstitüsü’nde üç aylık seminer bursu teklif edilir. Fakat bazı siyasi çekişmelerden dolayı Paris’e gidemez ve Ankara’da Adalet Bakanlığı’nda staja başlar. 1927 yılında avukatlık ruhsatını alarak Türkiye’nin ilk kadın avukatı olur ve yaşamı boyunca avukatlık mesleğini sürdürür. Süreyya Ağaoğlu, sadece Türk kadınına avukat olma yolunu açmakla kalmaz Türk kadınını uluslararası derneklerde de temsil eder.
Son nefesine kadar kadın hakları, çocukların ve gençlerin eğitilmesi konusunda çalışmalar yapan ve bu konulardaki bilgisini aktaran Süreyya Ağaoğlu, 29 Aralık 1989 yılında İstanbul’da katıldığı “Kadın Hakları ve Çağdaşlaşma” konulu bir panelden ayrılırken düşmüş ve beyin kanaması geçirerek vefat etmiştir.
KADINLAR GÜNÜ BİTTİ Mİ?
Gürcistanlı bir grafik sanatçısı tarafından yapılmış bu afişte gülün çiçek kısmı 8 Mart’ı diğer dikenli tarafı ise yılın kalan günlerini gösteriyor. Zekice düşünülmüş, sade bir afiş. ‘Gürcistan’da her gün yedi kadın, aile içi şiddete maruz kalıyor’ cümlesi küçük puntolarla alt tarafta yerini almış. Dünya Kadınlar Günü’nün üzerinde henüz bir ay geçmedi. Ancak değişen bir şeyin olduğunu da sanmıyorum. O günde kadınlara çiçek vermek sonra da dikeni batırmaya devam etmek gibi geliyor. Her gün çiçek alsak da bari çiçekçiler de kazansa. Asıl kapitalizme böyle hizmet edilir. Bir yerde şiddet görenler zamanla marjinalleşirler. Bugün olduğu gibi. Kadınlar kadınlıktan çıktılar. Cinsiyet eşitliği derken iş cinsiyetler yoktur demeye getirildi. Kadının çalışmaya hakkı vardır dendi; kadın çalışmaktan bitti, tükendi. Aileler dağıldı. Uzun yıllar kadın kapitalizmi kurtaran en büyük dişlidir denilemediği için janjanlı paketlerde sunulan makyaj, giysi, özgürlük ve daha birçok avantajlarla kandırıldı. Şimdi sıra estetik olmaya geldi. Estetik olmazsak aptalız zaten. Gülün dikenine ihtiyaç yok ki her yerimizden kanlar sızıyor zaten. O yüzden Dünya 8 Mart Kadınlar Günü’nü ortaya atan zihniyetle kadını sömüren zihniyetin birbirinden farkı yoktur. Kadın insandır ve insan onurunu da ancak insanın kendisi kurtaracaktır.
ARTI EKSİ
Artı
Elektrik parası
Çorum’da camiye namaz için gelen bir gencin umutlandıran dürüstlüğü belki gözlerden kaçmıştır. Çünkü pozitif enerji, negatif enerji kadar hızlı yayılmıyor. Camide namazdan önce ısıtıcıyı açan genç namazını kıldıktan sonra duvardaki panoya bir not iliştiriyor. Notun kenarına da bir miktar para koyuyor. Elektriği kullandığı için genç arkadaşımız kul hakkına girdiğini düşünüyor ve bu şekilde gereğini yerine getiriyor. Kamera kayıtlarına yansıyan bu anlamlı davranışı paylaşarak örnek olmasını diliyoruz. Zira bu gencimiz oraya para bırakmasaydı kimse onun peşinden gidip de para istemeyecekti. Zaten o ısıtıcı insanların ısınması için konmuştu. Ama bu bir hassasiyettir, nezakettir ve tevhittir.
Eski
Danimarka kraliçesinin ödülü
Danimarka’da bir fabrikada hiç hastalanmadan kırk bir yıl çalışan Türk işçiye Kraliçe tarafından ödül verilmiş. Kraliyet Mükâfat Nişanı ile ödüllendirilen işçinin haberi birçok yerde marifetmiş gibi paylaşıldı. Köleliği ruhunda barındıran batının nefes almadan efendisine hizmet edeni örnek göstermesi tuhaf değil. Tuhaf olan bunun övülecek ve Türk milletinin gönüllü köleliği kabul etmesini övgüyle haberleştirmesidir. Ülkesinde işe geç kalmayı kendisinde bir hak gören insanımızın Avrupa’da hiç sektirmeden işçiliğini yerine getirmesini nereye koyabiliriz bilemiyorum!
AĞAÇLARIMIZA SAHİP ÇIKAMADIK
Dolmabahçe yolundaki asırlık ağaçların kesilmesi konusunda bu kadar cılız ses çıkarmasının sebebini algıya dayandırsak hata etmiş olmayız. Neredeyse bir asırdır Dolmabahçe yolunu güzelleştiren çınar ağaçlarının hastalanması bir anda olmuş olamaz. Ağaçların kesilme kararının alınması konusunda söz konusu belgelerde imzası olanların, meslek alanlarının (hukukçu, şehir plancısı, peyzaj mimarı, harita mühendisi, mimar, çevre mühendisi) ağaç ve ormanla bir ilişkisi yoktur. İlgisi olan komisyon üyesi orman mühendisinin de kararda imzası yoktur. Ağaçların ihmal edilmesinin gündeme geldiği bu sonucu kim nasıl göğüsleyecek bilemiyoruz. İBB yaptığı açıklamada yerine ağaçların dikileceğini söyledi fakat bu ne kadar tatmin edici ve sürdürülebilir bir karar olacaktır. Bu soruların cevap bulması gerekiyor. Ancak Gezi parkında üç, beş ağacı bahane ederek işi teröre dökenlere baktığımızda bu ağaç kıyımına ses çıkarılmamasını anlamak mümkün değil. TEMA gibi bir sivil toplum kurumunun bu konuda ciddi bir hareket ortaya çıkarmasını beklerdik. Daha ağaçlarımıza sahip çıkamazsak İstanbul’un bütününe nasıl sahip çıkacağız.