Birbirimize söylediğimiz, dillendirdiğimiz gerçekleri daha da açık konuşmamız gereken günlerdeyiz.

Saatlerdir bilgisayarın başında hangi kelimeleri seçeceğime karar vermeye çalışıyorum.

Bize bunları yaşatan hainlere duyduğumuz öfkeyi ve laneti hangi kelimeler daha net anlatabilir diye düşünüyorum.

Sanırım bunun bir cevabı yok, hain ve alçaklara dünyanın en ağır cümlelerini kurmak, onları en ağır şekilde lanetlemek bile bu saatten sonra öfkemizi dindirmeye yetmeyecektir.

Lafı da hiç dolandırmaya gerek yok, cümleleri eğip bükerek analiz yaptığımızı sanacak zamanlarda değiliz, zaten bunun dişe dokunur bir tarafı da yok şu sıra.

O zaman net konuşacağız, birbirimize karşı dürüst olacağız.

Adı konmamış bir savaşta ya bağımsız bir ülke olacağız ya da zillet içinde yaşayacağız.

Ya teslim alınmamış özgür bir ülkede yaşayacağız ya da onurumuza kadar prangalara vurulmuş bir ülkede.

Durum bu kadar açık, bu kadar net.

Artık “şehitler ölmez vatan bölünmez” demenin de bir hükmü kalmadı.

Çünkü dertleri bölmekte değil artık, daha fazlasını istiyorlar; Türkiye’yi bir yangın yerine çevirip teslim almanın, bizi esarete mahkûm etmenin en alçak ve en kanlı planını yapıyorlar.

Birbirimize söylediğimiz, dillendirdiğimiz gerçekleri daha da açık konuşmamız gereken günlerdeyiz.

Erdoğan’sız bir Türkiye istiyorlar.

Her dediklerine uyan, her kanlı planlarına ses çıkarmayan, dünyanın masum halkları üzerinden çevirdikleri kirli dolaplara susan ve rahatlıkla nizam verecekleri bir ülke istiyorlar.

Bunun için de karşılarında tek engel olarak Erdoğan’ı görüyorlar.

Bir de “…biz ölümüne ölümüne” diye haykıran bir liderin peşinden koşan, kararlı bir şekilde mücadelesine devam eden bu milleti.

15 Temmuz’da taşeronları FETÖ’yle gerçekleştiremediklerini başka taşeronlarını sahaya sürerek gerçekleştirmeye çalışıyorlar.

Taşeronların isimleri, cisimleri değişse de hizmet ettikleri, çalıştıkları yer aynı olduktan sonra ne fail değişiyor ne de katil.

Koridorlarında terör örgütlerinin flamalarına izin veren, ülkelerinin en işlek caddelerinde terör örgütlerine çadır kurduran, bu ülkede içtiği suya yediği yemeğe ihanet eden vatan hainlerini kiralayarak en haince planlarını gerçekleştirme gayretindeler.

Onun için cumartesi günü Beşiktaş’ta gerçekleştirilen terör saldırısını kınarken dahi “terör” kelimesini kullanmaktan acizler, taşeronlarına sahip çıkmak uğruna insanlıktan çıkmayı kendilerine yakıştırıyorlar.

Yakışıyor da doğrusu.

Charlie Hebdo saldırısı olunca en samimiyetsiz yüzleriyle “teröre karşı” yürüyen “insanlık abideleri”, bir darbe girişimi ve sayısız terör hadisesi atlatmış bir ülkeyi telefonla dahi aramaktan acizler, terörü kınarken dahi teröristlerine toz kondurmamak için kelime içinden kelime seçmekteler.

Bunlardan daha fazla başka ne olabilir ki insanlıktan çıkmaya delil olabilsin?

Peki insanlıktan nasibini almamış, besledikleri taşeronlarını üzerimize salmış, “insan haklarından” bahsedip de kendisi insan olamamış eli kanlı bu koroyla hangi yolu yürüyebilir, acımıza sahip çıkmayanlarla hangi “değerlerin” peşinden koşabiliriz?

Onun için Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “yasımızı hakiki dostlarımızla birlikte tutacağız” sözünün anlamı çok büyük.

Peki Türkiye’den ne istiyorlar?

Bu sorunun cevabı da çok açık aslında.

Türkiye’nin Ankara’dan yönetilmesine karşılar, Türkiye’yi terör örgütlerine kol kanat geren merkezlerinden yönetmek istiyorlar.

Türkiye kendi kararlarını vermesin, o kararları onların yerine biz alalım, istediğimizi getirelim istediğimizi düşürelim derdindeler.

Onun için başkanlık sistemine karşılar, onun için başkanlık sisteminin meclise verildiği gün taşeronlarını sahaya sürüp masum insanların canına kıyacak kadar adiler.

Çünkü bu parlamenter rejimle kendilerine çalışan vesayet rejiminin biteceğini artık bu parlamentonun bu vesayet rejimlerini palazlandıramayacağının farkındalar.

Türkiye’nin Rusya, Çin ve İran’la yerli para üzerinden ticaret yapmaları da işlerine gelmiyor.

Dolar emperyalizmiyle faiz lobilerine nasıl imkân sağladıklarını ve bu kanlı devranı bu emperyalizm üzerinden sürdürerek nasıl ayakta kaldıklarını çok iyi biliyorlar.

Türkiye’nin buna meydan okumasını da bir tehlike olarak görüyorlar.

ABD – İsrail hattının Suriye’yi üçe bölmesine karşı çıkan Türkiye’den de rahatsızlar.

El Bab’a dayandığımız gün terör kartını öne sürenlerin besledikleri terör örgütleri PKK ve PYD’ye Türkiye’nin hem içte hem de dışta nasıl darbe vurduklarını çok iyi biliyorlar.

Bu devrana dur diyen, nizam vermeye çalışanlara açıkça meydan okuyan, “Dünya 5’ten büyüktür” diyerek sömürülen halkları uyanışa geçiren bir Türkiye onlar için engel, sorun.

Ve bu Türkiye’yi Batı’nın çifte standartlıklarına meydan okur hale getiren, dünyadaki adaletsizlikleri yüzlerine vuran, ezilen halklarda bir umut ışığı olarak beliren Erdoğan’ı da istemiyorlar.

Erdoğan’la Türkiye’nin kaderinin birlikte yazıldığını çok iyi biliyorlar.

Erdoğan düşerse Türkiye’nin de düşeceğinin farkındalar.

Gezi’den tutun da 17-25 Aralık darbesine kadar, 15 Temmuz’dan tutun da sayısız terör olaylarına kadar dert Türkiye’ye diz çöktürebilmek, Erdoğan’ı indirebilmek ve bu ülkeyi kendilerine çalışan “uslu bir çocuk” haline getirebilmek.

Bu millet bunun farkında, bu ülke tek bir yürek olmuşçasına bunun bilincinde ve sadece Türkiye değil, Türkiye’den umudu olan dünyanın tüm halkları tek şanslarının Türkiye olduğunu biliyor.

O nedenle her zamankinden daha yüksek sesle, Fırat Kalkanı operasyonunun başladığı gün Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da dediği gibi…

Başaramayacaksınız…

Diz çöktüremeyeceksiniz!