Dinî grupların, "din görünümlü" olup olmadıklarını test etmenin en kolay yolu, bu gruplardaki mensubiyetleri belli bir geçmişe dayanan kişilerin kendi aralarında çekişme, kıskançlık olup olmadığına bakmaktır.
Şunu belirterek başlamak isterim ki, “dinî görünümlü” gruplar da, insanların oluşturduğu topluluklardır. Dolayısıyla ortalama insânî zâfiyetlerin görülmesi bu gruplarda da normaldir. Birey olarak hiçbir insan kusursuz olmadığı gibi, bu bireylerin oluşturduğu topluluklar da, mükemmel insânî ilişkilerin kurulduğu topluluklar olamazlar. Böyle bir iddia, doğal ve insânî olmadığı için, dinî de olamaz. Ama dinin amacı, nasihatler ve yasaklar getirerek bu insânî zâfiyetleri azaltmak ve toplumun tekâmülünü sağlamaktır.
Ancak görmezden gelinebilir, hoşgörülebilir kusurların dışında ve onların seviyesinin üstündeki kusurlar, kimlik referansı olarak kendine dini alan topluluklardan fazlasıyla göze çarpar ve dikkat çeker. Bu, İslâmî topluluklarda daha çok dikkat edilir. İslâm kusursuzdur ama biz Müslümanlar kusurluyuz. Bu yüzden kusursuz bir inanca mensup insanların bu kusursuzluğu kendilerine âitmiş gibi göstermeleri ne kadar hatalı ise, inanç konusunda hassâsiyetleri olmayanların bu insanların kusurlarını şahsa değil İslâm’a teşmil etmeleri de o kadar hatâlı bir davranıştır. Bunun çoğu zaman kasıtlı yapıldığı unutulmamalıdır. Küresel boyutta bir nefret suçu olan İslamofobi, maalesef ülkemizde de kendini münâfıkça görtermektedir. Başka ideolojilere yakınlık duyan veya başka dünya görüşlerine sâhip kişilerin kişisel hatâları, “patolojik” olarak nitelendirilip kişisel seviyede tepki duyulurken, hatta “bizden” deyip görmezden gelinirken, söz konusu kişi bir Müslüman ise, bu, genelleştirmeye ve yaftalamaya dönüşmektedir.
Buraya kadar yazdıklarım işin savunma kısmını oluşturmaktadır. Ama İslâm’ı sâdece ibâdet seviyesindeki bir inanç olarak algılayıp, namazı fiziksel hareketler bütünü, orucu aç kalma ve haccı yurt dışı seyahat hâline getirenler, yaptıkları ibâdetlerde edinmeleri gereken sosyal ve psikolojik olgunlaşmayı ve tahsili, sosyal hayatlarındaki ilişkilere yansıtamamaktadır. “Sâdece Allah’ın karşısında eğilme” şiârını, diğer insanlara yukarıdan bakmaya dönüştürenler, mensup oldukları sosyal gruplar üzerinden tüm Müslümanların itibarsızlaştırılması tuzağına hizmet etmektedirler.
Dinî grupların, “din görünümlü” olup olmadıklarını test etmenin en kolay yolu, bu gruplardaki mensubiyetleri belli bir geçmişe dayanan kişilerin kendi aralarında çekişme, kıskançlık olup olmadığına bakmaktır. Bu çekişme ve kıskançlığı, tatlı rekabet ve gıpta ile karıştırmamak gerekir. Rekabet gelişmeyi getirirken, gıpta etmek de örnek alınacak davranışları yapmaya çalışmanın yolunu açmaktadır.
Ancak çekişme ve kıskançlık, gıybet ve dedikodu ile birleşiyorsa, burada şahsî yükselme ve iltifat görme hevesi söz konusudur. Bu da, en kısa ifâdeyle, şeytânın sıfatı olan enâniyettir.
Şu önemli ayrıntıyı da belirtmekte yarar görüyorum ki, gıybet ve dedikodu, bir insan hakkındaki olumsuz düşüncelerin veya olmuş olan olayların onun yüzüne söylenmeyip arkasından konuşulmasıdır. Olmamış bir şeyin uydurularak bunun dillendirilmesi ve yayılması ise iftirâdır. Birlikteyken herkesin birbirine gülücükler dağıttığı, “canım”lı, “hayatım”lı, “bitânem”li konuştuğu ortamlar, sağlıklı gözlem yapılacak yerler değildir. Bu grupların gerçek özellikleri, tâbiri câizse, “kulis” konuşmalarıdır. Bu kulislere girmek, hemen mümkün olmayabilir ve genellikle olmaz. Kendiliğinden oluşan ikili veya üç-beş kişilik gruplaşmalar, bir çay içimi sürede kendini belli eder. Hele bu gözlemi yapmak isteyen kişinin maddî ve ekonomik durumu iyiyse, onun etrâfında birileri, sinek gibi, toplanır.
Bu dedikodular dışarıdan “kişilerin kusurlarını düzeltme çabası” gibi gözükse de, bir kişinin kusurunun gıybet ve dedikoduyla düzeldiği görülmemiştir. Bu dedikodu kazanı, yükselme ve grubun başındaki kişinin gözüne girme hevesindeki kişilerin, kendilerine rakip olarak gördükleri veya muhtemel rakip olarak belledikleri kişileri, itibarsızlaştırmak, yalnızlaştırmak ve dışlamak için kaynatılır.
Dinî kimlikleri sâdece “görüntü” seviyesinde kaldığı için, İslâm’daki en büyük günah olan kul hakkına girildiği hiç düşünülmez. Bu kadar büyük bir günâhı, sevap işlemekten daha büyük bir zevk ve kararlılıkla yapanların önde olduğu bir grubun, değil dinî, dünyevî bile olarak var olması toplumsal bir tehdittir.
Günah olarak size yeter
Dedikodu fesat doğurur. Fesat kelimesinin Arapça’daki anlamı, “demiri eriten ateş” demektir. Bu yüzden Peygamber Efendimiz "Kişiye, yalan olarak, her duyduğunu anlatması yeter!" (Müslim, Mukaddime 5) buyurmuştur. Ayrıca Kur’ân-ı Kerim’de "Bilmediğin şeyin ardına düşme, çünkü göz, kulak ve kalp hepsi sorumludur, mutlaka sorguya çekilecektir." (İsra, 17/36) buyurulmaktadır. Bu kadar önemli ikaz ve uyarıları göz ardı ederek dedikodu yapıp, menkıbelerin peşinden gitmek, beyhûde bir teselliden başka bir şey değildir.
Sohbetlerde âyetler, hadisler okunuyor, menkıbeler anlatılıyor, nasihat dolu ilâhiler okunuyor ve mânevî olarak duygusal anlar yaşanıyorken, sohbetin ardından bir kenara çekilip, orada bulunan kişinin (arkasından değil) yanından onun dedikodusunu yapmak, bu “dinî görünümlü” grupların en bâriz özelliğidir. Kısa bir zamanda ortaya çıkacağı için, bu özelliği gözlemleyen irfan sâhibi kişilerin selâmı sabahı kesmeleri zor olmayacaktır.
Kur’ân-ı Kerim’in dedikodusunu yapmak
Dedikodunun ne kadar tehlikeli bir tuzak olduğu şu hikâye ile daha iyi anlaşılacaktır.
Hz. Mevlânâ birgün câminin kürsüsünden vaaz edip hikmet dolu sözler söylerken, Şems-i Tebrizî içeri girer ve kısa bir süre dinleyip yüksek sesle şunu söyler: “Kur’ân-ı Kerim’in dedikodusunu yapma Celâleddin! Bunları kürsüden anlatacağına, hayâtında uygulayıp göster; daha iyi anlaşılır.”
Kur’ân-ı Kerim’in mânâsını açıklarken bile sâdece konuşmak ama uygulamamak, Şems-i Tebrizî’ye göre bir dedikodu çeşidi iken, diğer konuşulanların ne kadar büyük bir dedikodu ve çekiştirme olduğunun kararını sizlere bırakıyorum.