Şeker fabrikaları üzerine üç yazı yazdım.
İlk yazım kamu üretimi üzerine idi. Kamu üretimi deyince sadece sanayi malı üretimi değil, hatta bundan daha önemli olarak, kamu hizmeti üretimi akla gelmelidir. Kamu mal veya hizmeti, bir toplumun tamamı için ortak fayda üreten mal veya hizmetlerdir. Pekiyi, din hizmeti kadar toplumsal fayda üreten mal veya hizmet var mıdır? Bana göre milli savunma, milli eğitim, adalet ve sağlık hizmetleri toplumun menfaati açısından daha fazla milli fayda sağlar. Bunlar dışında, din hizmetinden daha fazla milli fayda sağlayan bir hizmet sektörü, bana göre, yoktur. Zaten, bu saydığım hizmetler İslam dininin amir hükümleri açısından da öncelik sahibidir.
Din hizmeti deyince, hemen bazı çevrelerden itirazlar yükselmektedir. En temel itiraz “Efendim, laik bir devlette din hizmeti kamusal bir nitelikte olabilir mi?”, sorusunu sormaktadır. Her tür siyasi rejim laikliği kendi şartlarına göre yorumlarken, biz niye Fransız usulü bir laikliği kendimize şart koşalım? Bu abesle iştigaldir. Bu memleketin kahir ekseriyeti Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat mezhebindendir. Bu mezhebe göre, dini meselelerde hüküm devlet tarafından verilir. Bu o kadar öyledir ki, zamanında Sünni ulemâ Hz. Hüseyin’in devlete isyan ettiği için katlinin vacib olduğuna hükmetmiştir. Yezid mel’unu neye göre karar aldı zannediyorsunuz? Hz. Hüseyin Efendimiz hakkında idam fermanı çıkarmıştı. İşte böyle bir geleneğe dayanan Ehl-i Sünnet hukukunda Sezar’ın kılıcı aynı zamanda Tanrı’nın kılıcıdır. Dolayısıyla, bir ruhban sınıfının hakimiyeti altında inim inim inleyen Katolik Fransa’da ihtilal ile ortaya çıkan Fransız usulü laiklik, dini hükümlerin bile en önce yönetici otoritenin denetim ve gözetiminde olduğu bir toplumda geçersiz olacaktır. Nitekim, Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan itibaren, dini, milli birliği sağlayan en önemli etkenlerden biri olarak görmüştür. Keza Osmanlı’nın uygulaması da böyledir. Bir molla, gavs, mürşid toplumu yoktur, aksine, devleti kim yönetiyorsa dinde son sözü de o söyler. Bu kaide, Harun-ür Reşid zamanında da, Fatih Sultan Mehmet Han zamanında da, Yavuz Sultan Selim Han zamanında da, Abdülhamid Han zamanında da ve Atatürk zamanında da böyledir. Bu İslam’ın ve tabiî ki Kur’an’ın ilkelerine, aynı zamanda Peygamber Efendimiz ve Dört Halife’nin uygulamalarına uyar mı, o ayrı meseledir. Ben Sünni gelenekte yer etmiş bir uygulamadan bahsediyorum ki, bu sosyolojik ve tarihsel bir realitedir. Kısaca özetlersek, Sünni gelenekte, dini hizmet devlet tarafından verilir, devletin dışında özel ellerde verilen bir din eğitimi, bâtıldır.
Atatürk, Türklerin son başbuğu ve son Türk Devleti’nin (ne kadar Osmanlı’nın devamı olsa da) kurucusudur. Atatürk neden Fransız usulü bir laiklik kurmadı da, dini hizmetleri ve din eğitimini genel devlet politikasının bir unsuru olarak belirledi? Neden Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kurdu, Kur’an’ın ilk Türkçe meal ve tercümesini yayınlattı, neden Kütüb-i Sitte’nin Türkçeye tercümesini yaptırdı? Fransız usulü laik bir devlette bunlar yapılabilir mi? Maalesef, bizde dine karşı alerji sahibi bir grup aydınlatılmış (ve bunlarla eş-anlı olarak bir kısım su katılmamış yobaz), Atatürk’ün dine yaptığı bu hizmetleri dikkate almaz, hatta unutturmaya çalışır. Atatürk’ü bir ateist olarak, kurduğu devleti de (Devletimizi!) Türk Milleti’nin inancına düşman bir devlet olarak görürler. Halbuki, Atatürk’ün ilke ve inkılaplarında dine (Kur’an ve Sünnetteki dine) düşmanlık yoktur, ancak kerameti kendinden menkul tarikat ve cemaatlere karşı çok sert bir tavır vardır. Bu sizi şaşırtmasın! Sonuçta, Ehl-i Sünnet geleneğinden olduğu tartışmasız bir insan olan Şeyh-ül İslam Ebu’s-Suud Efendi de, başta Yunus Emre olmak üzere, onlarca tarikat ve cemaat mensubunu din dışı ilan etmişti. Bu görüşleri ben onaylıyorum anlamına gelmesin, sadece tarihi realite bu yöndedir.
Bugün, cuma günü bahsettiğim İmansız İslam–hurafeci, çıkarcı ve din tüccarı topluluklar- ile İslamsız İman–Deizm- arasında gençlerimiz kalıyorsa, İslam ahkamından, ahlaki ilkelerinden, emr-i bi’l ma’rûf nehy-i ani’l münker’den (iyiliklerin emredilmesi ve kötülüklerden sakınılması) nasibini almamış, Kapitalizmin çarkında para, iktidar ve itibar elde etme için din ticareti yapan toplulukların büyük payı vardır. Bu toplulukların Kur’an eğitiminden hastane sahipliğine, anaokullarından özel güvenlik şirketlerine yayılan büyük bir menfaat şebekesine hükmettiği herkesin malumudur. Bunların çok sıkı bir devlet denetimi ve gözetimine alınması zorunludur. Bunun en önemli sebebi, din hizmetinin bir kamu hizmeti olması ve bu hizmetin –sadece ve sadece- devlet tarafından verilmesi gerekliliğidir. Devlet, bu sorumluluğunu ifa etmeyince, meydan, casus mu, eşkıya mı, şarlatan mı olduğu bilinmeyen Beberûhilere kalmaktadır. Sayın Cumhurbaşkanı’nın “İslam’ın hükümlerinin güncellenmesi” ile 21’inci asır bilişim toplumunda ortaya çıkan sorunlara içtihat yapılarak yeni fetvalar verilmesini kastettiği çok açıkken, bu gruplar –başta FETÖ’cü olup olmadığı meçhul Amsterdam ikametli bir zat olmak üzere- Sayın Cumhurbaşkanı’na hayasızca saldırıp “haddini bildirmek” cüretini göstermişlerdir. Bu grupların çıkar ve menfaat çarkları tehlike altına girince “önce Vatan, önce Millet veya önce Devlet” demeyip önce kendi menfaatlerini düşündükleri çok açıktır. Bu grupların en mütekâmil örneği de FETÖ’dür.
Devlet nerede hata yaptı ve bu hatayı nasıl düzeltebilir? Cumhuriyet kurulduğunda tarikat ve cemaatler resmen lağvedildi. Ancak fiilen bu gruplar yer altında faaliyetlerine devam ettiler. Devletin gözetim ve denetimi dışında, babadan oğula veya kayınpederden damada liderliğin geçtiği, din hizmeti isteyen toplulukların –başta Kur’an öğretimi olmak üzere- bu talebini karşılarken aynı zamanda kendilerinin sömürecekleri birer mürit kitlesine sahip oldukları, tasavvuf eğitimi gibi tamamen kişiye özel bir gelişim yolunu değil de paravan vakıflar altında hemen hemen her sektörde sermaye birikimine giriştikleri ve siyasi partiler için birer oy deposu olan müritlerini kullanarak bu partilerle siyasi pazarlığa girdikleri bir ortam oluştu. Bu yapıların toplum içinde bu kadar kök salmasının birinci sebebi, doğru düzgün bir din eğitiminin isteyenlere devlet tarafından verilmemesidir. İkinci sebep bu yapıların hiçbir kayıt altına alınmaması, yani ne kadar para ve sermayeye hükmettiklerinin ve müritlerinin kim olduğunun resmi kayıtlarda bilinmemesidir. Osmanlı’nın son döneminde uygulanan Meclis-i Meşayih kurumu benzeri bir yapı da yoktur. Bu toplulukların lider kadrolarının bu makama neye göre geldikleri de bilinmemektedir. Çoğu şeyh ya oğluna ya da damadına postu bırakmaktadır. Yani seyr-i sülûkta yol almak ve insan-ı kâmil olmak için Allah rızasından önce, herhalde Hocaefendi’ye damat olmak gereklidir. Ne güzel İstanbul be!
Devlet ne yapmalı? Birinci olarak Diyanet ve Milli Eğitim Bakanlığı dışında hiçbir kurumun Kur’an Kursu, öğrenci yurdu, dershane ve benzeri kurumlara sahip olmaması sağlanmalıdır. Genelde her türlü eğitimin özelde de din eğitiminin bu gibi toplulukların elinden alınması ve dini eğitimin kamulaştırılması gerekmektedir. İkincisi, bu yapıların mensuplarının tespit edilip resmi kayda alınması, doğrudan ve dolaylı olarak sahip oldukları bütün menkul ve gayr-ı menkullerin belirlenip bütün ticari işlemlerinin takip edilmesi, tasavvuf eğitimi dışında bu yapılara her türlü iş kolundan el çektirilmesi gerekmektedir. Üçüncü olarak, bütün cemaat liderlerinin Diyanet İşleri Başkanlığı’nın denetim ve gözetimine alınması temin edilmeli, Ehl-i Sünnet akaidine uygun bir eğitimden geçmeleri planlanmalı ve yeterliliklerini yine Diyanet’in denetimindeki sınavlarla kanıtlamaları sağlanmalıdır. Yoksa biz daha çok yanmaz kefenler, cennete götüren terlikler ve Allah korusun 15 Temmuzlarla karşılaşırız. Çocuklarımız da Deist veya Ateist olurlar, sonra dizimizi döveriz.