Türk milletinin gönlünde İslâm tasavvufla hükümran olmuştur.
Kim bilir, burada İslam öncesi göçebe Türk toplumunun bilge adamları, yüce gönüllü önderleri olan Kamların geleneğinin de bir payı vardır. Bugün sizlere gönül dünyamızın iki büyük ismini ve onların muhteşem talebesini anlatacağım. Bundan muradım, geçmişte İslam’ın emirleri ve ehl-i tasavvufun yorumları ile nasıl bir dünya görüşüne, nasıl bir insan ve doğa anlayışına sahip olduğumuzu görmenizdir. Şu mübarek günlerde, gerek sosyal medyada gerekse günlük hayatımızda rastladığımız müptezellikleri İslâm ve tasavvufa yormayınız, onlar bu tür davranışlardan beridir…
DİLENCİ ŞEYHİN KÖSE MÜRİDİ
1390 yılında Şam’da doğdu. Babası Şeyh Hamza ile birlikte Amasya’ya geldi. Zamanında okunan İslâmî ilimleri tahsil ettikten sonra Osmancık’ta müderris olarak ders vermeye başladı. Bu delikanlı rivayete göre köse idi. (Onun ve Şeyhi’nin hakkında Vefâî-Bâtınî olduğu, bu yüzden o dönemki Kalenderî dervişleri gibi çâr-ı darb yaptırdığı, yani saç, sakal, bıyık ve kaşlarını tıraş ettirdiği de söylenir ama bu azınlığın görüşüdür, DMD.) Henüz yirmi beş yaşlarında iken kendisine bir mürşid arayan Köse müderris Ankara’ya geldi. Orada çok methini duyduğu bir Şeyh vardı. Ankara’da çarşıya geldiğinde, çarşının orta yerinde ellerinde defleri halka olmuş ve kıyâmi-devrâni zikre durmuş bir grup derviş ve onların ortasında dönüp duran bir Şeyh görmüştü. Bu Şeyh esnaftan para topluyor, sonra tekrar cezbeyle zikre devam ediyordu. Genç Köse müderris, “Hiç Şeyh böyle olur mu?”, diye düşündü. Etrafına sordu, bu kendisini görmek için geldiği Şeyh’miş. Köse müderrisin içi soğudu ve meşhur mutasavvıflardan Zeynüddin Hafî’ye intisap için Halep’e gitti. Ancak Halep’te rüyasında gördü ki, bir ucu kendi boynuna takılmış, diğer ucu Dilenci Şeyh’in elinde bir zincirle Ankara’ya doğru çekiliyor.
Bu berrak rüya üzerine Osmancık’a dönerek, oradan Ankara’ya giden Köse Müderris, Dilenci Şeyh’in müritleriyle imece halinde tarlada burçak hasadı yaptığını gördü, varıp onlara katıldı. Tarlada kendisine iltifat edilmedi. Daha sonra Dilenci Şeyh eliyle herkese yemek taksimatı yapılarak, oradaki köpeklere de yiyecek ayrılırken, ona yemekten bir pay verilmedi. Sonunda o da köpeklere ayrılan yemeğin yanına oturuverdi! Bu hali gören Dilenci Şeyh: “Ey köse, gönlümüze girdin, beru gel!” diyerek onu kendi sofrasına çağırdı ve “Zincir ile zorla gelen misafiri bu şekilde ağırlarlar!”, dedi.
Dilenci Şeyh, Köse müridini kendi isteğiyle sıkı bir riyazet ve terbiyeye tabi tuttuktan sonra, ona irşâd hilafeti verdi. Bazıları sormuşlar: “Diğerlerine kırk yıldır hilafet vermedin; bu Köse’ye erken hilafetin hikmeti ne?” diye. Dilenci Şeyh şu cevabı vermiş: “Bu zeki ve anlayışlı biriymiş. Görüp işittiklerine inandı, hikmetini sonra kendisi anladı. Ama kırk yıllık diğer dervişler, bizden görüp duyduklarının hemen aslını ve hikmetini sorarlar.”
Dilenci Şeyh aslında kendisi için dilenmezmiş. Ankara esnafından topladığı paraları fakir fukaraya dağıtırmış. Aynı zamanda, bugüne kadar Dilenci Şeyh köylülerin ve çiftçilerin pîri olarak kabul edilmiştir. Çünkü müritleriyle beraber tarlalarını imece usulüyle ekerler ve ihtiyaçlarının fazlasını fakir fukaraya dağıtırlarmış. Anadolu’daki imece usulünü başlatan bu büyük gönül sultanı Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri’dir. Kendisi Anadolu’da Türk Milleti’nin manevi kurucularındandır. Köse müridine gelince, o da, büyük mutasavvıf Akşemseddin Hazretleridir.
KÖSE ŞEYHİN CİHANGİR MÜRİDİ
Akşemseddin'in asıl ünü, Sultan II. Murad'ın emir ve isteğiyle sonradan Fatih olacak Şehzade Mehmed'in hocalığına tayin edilişiyle başlamıştır. Akşemseddin, Şehzade Mehmed'e danışmanlık ve hocalık yapıp, padişah olduğunda da İstanbul'un fethine mühim katkılarda bulunmuştur. Akşemseddin, çocukları, öğrencileri ve müritleriyle birlikte fetih ordusuna katılmıştır. Akşemseddin, İstanbul kuşatmasının en kritik günlerinde Fatih Sultan Mehmed'e bir mektup yazmıştır. Sultan Mehmed'in fetihten ümitsiz olmamasını salık vermiştir. Fatih Sultan Mehmed, Akşemseddin ile İstanbul'a girişte şehir halkı tarafından karşılanmış ve şehir halkı Akşemseddin'i Fatih Sultan Mehmed sanıp ona çiçekler uzatmıştı. Akşemseddin ise "Padişah ben değilim" diyerek yanındaki Fatih Sultan Mehmed'i göstermişti. Fatih Sultan Mehmed de "Hünkar benim ama, o benim hocamdır. Çiçekler O'na layıktır!" sözüyle tebessüm etmişti
Fatih Sultan Mehmed İstanbul'un fethin ardından Ayasofya'da hutbesini tamamladıktan sonra, minberden indi ve Akşemseddin'i imâmete geçirdi. Böylece Akşemseddin, fethin ilk Cuma namazını kıldırmış oldu. Ayrıca Akşemseddin’in, Fetih'ten sonra Fatih Sultan Mehmed’in isteği üzerine Ebu Eyyûb el-Ensarî'nin kabrini tesbit ettiği rivayet edilir...
Mecdî, Hadâiku’ş-Şakâik, s. 240-41; Camî/Lamiî Çelebi, Nefahâtü’l-Üns (İst. 1998), s. 835-36; Ali İhsan Yurd, Akşemseddin (İst. 1994), s.130.
SULTAN MEHMED HÂN –I SANİ, FATİH, KAYSER-İ RÛM, HÂKAN’İT-TÜRKÎ VE TUĞLARLA YÜCE ŞAİR AVNÎ
Türklerin hem genel tarihinde hem de Türkiye Tarihi’nde çıkardığı devlet adamları içinde en büyük âlim, en büyük diplomat, en büyük mareşal Fatih Sultan Mehmed Hân’dır. En büyük olmadığı ama büyüklerden biri olduğu bir alan da şairliğidir. Fatih 8 dil bilirdi, (Arapça, Farsça, Sırpça, İtalyanca, Yunanca, Latince, Çağatayca). Devrinin yüksek matematiğini bilirdi, yeni ortaya çıkan balistik ilminde icat sahibi idi (havan topları ve füzeler), Arap, Fars, Grek ve Roma klasiklerini kendi dillerinde okurdu. Çok büyük bir stratejistti ve yeniçağın modern ordularının ilk örneğini kurmuştu. Türkiye’de kabine sistemini başlatan, merkezi devleti kuran, Osmanlı’yı feodal bir ortaçağ krallığından muhteşem bir Yeniçağ İmparatorluğu’na dönüştüren büyük bir devlet adamı idi. Peygamberin müjdesiyle müjdelenmiş Mü’minlerin kutlu Emîri idi. Döneminin en büyük entelektüellerinden olan Fatih, aynı zamanda, ilk Müslüman Roma İmparatoru idi. Bence Roma tarihinin en büyük 5 Hükümdarından birisidir, (diğerleri Augustus, Marcus Aurelius, Büyük Konstantinus ve Justinianus’tur.) Oktay Rıfat, büyük hükümdarın ağzından şu dizeyi yazmıştır:
“Ben Sultan Mehmed, Avnî, tuğlarla yüce…”
BUGÜNE GELİRSEK…
Cumhuriyet Gazetesi’nde Prof. Dr. Tayfun Atay’ın pazartesi günkü yazısında hazin bir gerçeğe değinilmiş: “…Tüketim kapitalizmi dünyasında demek ki o meşhur filmi anımsayarak (“The Devil Wears Prada”) konuşmak gerekirse artık sadece şeytan marka giymiyor, tarikatlar da marka giyiyor.
Ne hazin bir dünyada yaşıyoruz! Sermaye (“kapital”), sadece şeytana değil tarikata da pabucunu ters giydiriyor.
Kapitalizmde tarikatlar, şeytanla aynı kaderi paylaşıyor!...
Eskiden tarikat denince akla tekkeler gelirken şimdi şirketler gelmekte; eskiden dergâhlar, mescitler, camiler, çilehaneler gelirken artık televizyon kuruluşları, zincirleşmiş alışveriş mağazaları, adına “uluslararası” nitelemesi oturtmuş özel hastaneler, “uluslarüstü” iş hacmine sahip finans kuruluşları gelmekte.
Hâlbuki İslam tarihinde tarikatlarla kurumsallaşacak tasavvufun doğuşu, Emeviler döneminin giderek dünya malına tamah eden, lükse, maddiyata, zenginliğe ve şaşaaya gark olmuş haline duyulan rahatsızlık ve tepkinin sonucuydu. O yüzden “Bir lokma bir hırka” denmiştir, O yüzden “Bir dost bir post yeter bana” denmiştir. O yüzden “Fakirlik benim elbisem” denmiştir. Görüldüğü üzere artık böyle denmemekte ve elbise olarak “fakirlik” değil, “marka” giyilmekte… ”
Nerede köylülerin pîri Hacı Bayram-ı Velî, nerede gösteriş tüketiminin ve kapitalizmin şeyhleri. Nerede Fatih’in hocası Akşemseddin Hazretleri, nerede “Rüşvet günah değildir!” fetvasını veren bugünkü fâkihler. Nerede Fatih Sultan Mehmed Han, nerede şimdikiler… Düşünüp ibret alalım, derim.
29 Mayıs İstanbul’un Fethi kutlu olsun. Cuma’nız mübarek olsun…