Fiziki olarak dik duruş bel ve omurga sağlığı için çok önemlidir.

Fiziki olarak dik duruş bel ve omurga sağlığı için çok önemlidir. Zira vücut omurga sağlığını kaybetti mi, en ufak rüzgârda sağa sola savrulma veya en ufak bir çarpmada dengeyi kaybetmesi mümkündür. Ben ne fizyoterapistim ne de bu konularda akıl verecek bir tecrübe yaşamış biriyim. Konumuzun fiziki sağlığımızla doğrudan alakası olmasa da dolaylı olarak var. Sokakta kamburu çıkmış, yılmış gibi yürüyen veya dik durmaya kendini zorlayan insanlar görürsünüz. Ya da kendinden emin etrafı tozuttura tozuttura yürüyen insanlar da vardır. Hepsi bize beden dilleriyle bir şeyler söyleyebilir. İletişim psikolojisi uzmanları telefonla konuşurken karşı tarafı etkilemek için ayağa kalkıp dik durarak konuşmamızın karşı tarafı etkilediğini söylerler. Bundan kasıt aslında konuşurken kendimize güvenmemiz gerektiğidir. İç benliğimizle olan iletişimimizin fiziki halimize de yansıdığı bir gerçek ama asıl dik duruşumuz hayata karşı olmalıdır.

Güzel hatırlanmak

Ne istediğimizi biliyor olmak çok önemlidir. Bakın filmlerdeki kötülere. Hepsi kendinden emin. Neyi elde etmek istediklerini çok iyi bilirler. Nasıl elde edecekleri konusunda soğukkanlı bir şekilde fikirleri vardır. Onları kötü yapan, ne istediklerini bildikleri konusunda emin olmaları değildir. Kurnazlıkları ve ikiyüzlü olmalarıdır onları kötü yapan. Neden? Çünkü onların kafasındaki hedefe giderken yolda karşılarına çıkacak her engel kaldırılmalıdır. Ne için? Tabii ki çıkarları ve başarıları için. Ama bizim örnek göstermek istediğimiz bu değil. Onlardan her yerde çok var. Biz daha zor olana talibiz. İnsanların kalplerini kazanarak geriye doğru, iyi ve güzel bir hikâye bırakmak derdimiz. Dünyaya geldik madem, o halde ileriye doğru hayır işlemek, güzel anılmak ve dünya döndükçe adımızın güzel insanların ağzında zikredilmesidir maksadımız. Dik duruşluydu desinler; inandıklarından taviz vermedi, doğruluğundan hiç kimsenin şüphesi yoktu desinler. O danışılandı. Çünkü herkesi dinlerdi desinler. O sağlam duruşluydu; hiç kimseyi kullanmadı desinler.

İstikrar

Hedef belirleyemeyen, rüzgârın estiği yere doğru evrilenler bir rota belirlemede zorluk çeken kişiler, sadece günlük yaşarlar. Bunlar ağzında buruk bir tatla yaşadığını zannedenler veya hayal dünyasında hipnotik mutluluklar yaşayanlardır. Fire vermeden, istisnasız beş vakit ibadet gibi kendinden emin yol alanlar fikirlerinde de zikirlerinde de yalpalamazlar. Duruma göre renk vermezler. İstikrarlı olan kişilerden rahatsız olanlar çoktur. Sarılmaz inançları, dürüstlükleri ve küçük hesaplar peşinde koşmayan bu kimlikli kişiler bulundukları yerin havasını değiştirirler. Uyuyanları uyandırmaları korkulan bu kişilerin ayağına çelme atacak kişiler çoktur. İstikrarın çözemeyeceği, açamayacağı hiçbir kapı yoktur. İyilikte birbirimizle yarışalım derken ‘birbirimize çelme atalım’ anlayanlar yanılıyorlar. Yazar olmak isteyen biri her gün düzenli bir şekilde yazı karalamak, okumak ve düşünmek zorundadır. Bir sporcu başarılı olmak için her gün antrenman yapmak zorundadır. Başarının arkasındaki gizli güç istikrardır.

Asil Duruş

Biz dik durdukça ya dik durmayı öğrenecekler ya teslim olacaklar ya da en kötüsü yamulacaklar. Sözün en güzeli asaletle söylenendir. Kötülüğe en güzel muamele hakkaniyeti gözeterek gereğini yerine getirmektir. Her türlü olumsuzluğa rağmen kişiyi kazanmak adına hareket eden asil insanlara yanlış yaptığınızda onlardan alçakça bir davranış göremezsiniz. Asil insan duruşunu bozmadan hayata karşı tavrını koyan, sözünü yerinde söyleyendir. Dik duruşlu insana yapacağınız hatanın bedelini onun himayesinden mahrum kalmakla ödersiniz vesselam.

RAMAZANIMIZ HAYIRLI OLSUN

Sevgili okurlarım şimdiden Ramazan-ı Şerifinizi kutlamak isterim. Çünkü haftaya Perşembe günü inşallah oruçlu olacağız. Sayfamızı yine Ramazan için değiştirerek sizlere özel bir sayfa hazırlıyoruz. Çok sevgili şair, yazar Birsel Alver Yazıcı hanım bu Ramazan ayında bizi yalnız bırakmayacak. Duygu yüklü, hepimizi alıp götüren hikâyeleriyle gönüllerimizin pasını sileceğiz. Hacivat Karagöz ile yine bu Ramazan’da da düşünecek ve gülümseyeceğiz. Bu konuda Mehmet Akyıl hocamız bize çok özel ve orijinal darbı meseller hazırladı. Geçtiğimiz iki sene malum evlerimizdeydik. Kimseyi davet edemedik, kimseye gidemedik. Mahzunduk evlerimizde. Tabi hala tam olarak salgın bitmemiş olsa da etkisi azaldığı için bir nebze cesaret ederek evlerimizde iftar daveti vereceğimiz için heyecanlıyız. Dost sofralarında oruç ibadetimizi taçlandıracağımız için sabırsızlanıyoruz. Şimdiden oruç ibadetiniz kabul olsun. Çok ihtiyacımız olan dualarımızı birbirimizden eksik etmeyelim kıymetli dost okurlarım.

GÖKÇE GÜNEYGÜL

BEN GİDERİM ADIM KALIR: SADECE VEYSEL

Hicri takvime göre tarih 1310 yılını gösterdiğinde, 1894 yılında Sivas’ın Aypınar merasında bir bebek doğar. O günlerde hamile olan Gülizar Kadın, göbek bağını kendi elleriyle kestiği bebeğini dünyaya getirir. Sivas’ın Şarkışla Sivrialan’ından Şatıroğulları soyundan, Karaca Ahmet ile Gülizar Kadın’dan dünyaya gözlerini açan bu erkek bebeğin adını Veysel koyarlar.

Veysel’in babası Şatıroğlu Ahmet, eski çağlardan gelen, Anadolu’nun eski ozan kültürüne aşina ve usta âşıkların şiirlerini, türkülerini çalıp, söyleyen, dergâha bağlı bir kişidir. Veysel Oğlan ise Pîr Sultan Abdal’dan gerek Âşık Emrah’tan Dertli’den türkülerle, semailerle büyümüştür. Beşiğinden delikanlılığa adım adım yürümeye başladığı sıralarda Sivas’ta salgın meydana gelir. Çiçek illeti derler adına. Halkın yüzünde irinli kabarcıklar çıkaran, yakaladığını ateşler içinde bir yudum su için kıvrandıran, bu bulaşıcı hastalık Veysel oğlanın da küçük bedenini sarıverir. Veysel Oğlan, en sevdiği Muhsine Kadın’a annesinin yeni diktiği entariyi göstermiş ve mutluluk içinde evine dönerken ayağı kayıp düşünce kalkamaz olur. Ve o ân farkeder ki sol gözündeki çiçek beyi tek gözünün nurunu çoktan alıp gitmiştir. Sağ gözüne de perde iner. Ama az da olsa tek gözüyle dahi görmesi aileyi umutlandırır. Tam Veysel’i doktora götürmeye karar verdikleri sıralarda bir talihsizlik daha yaşanır. Veysel oğlan inek sağarken bir kaza sonucu diğer gözbebeğinin ışığını da kaybeder.

Ve o günden sonra artık Veysel Oğlan’ın gözleri hem karanlığa hem ışığa hem de aşka, başka içsel dünyalara açılır. Veysel’in dünyevî karanlığını avutmak için eve gelen ve çalan söyleyen ozanlar bile onu avutmaya yetmez. Hâl böyle olunca Veysel’in eline de bir saz verilir. Veysel oğlan da gönül telinden çalıp söylemeye başlar. Komşuları Molla Hüseyin, Veysel’in gönlünün kırık telini onaramasa da, sazının kırık tellerini hep onarır. Ona ezgilerle süslenmiş bambaşka bir âlemin, bambaşka bir cennetin kapılarını aralar. Kapı eşiğinden sızıp işitilen bu nağmelerin sarhoşluğuyla aşk ile türküler çığıran Veysel, ilk saz dersini Âşık Ala olarak da tanınan Çamışlı Ali Ağa’dan alır. Veysel Oğlan âşıklar arasına karışır. Olur Âşık Veysel… Oysa kaderin elemi, kederinin görünmez elleri hem halktan hem Hak’tan söyleyen Âşık Veysel’in yakasını bırakmamıştır. Biz ölürsek ona kim bakacak korkusuyla onu akrabası Esma Kadın ile evlendirmek isteyen ailesi onu nikah kıymaya ikna eder. Ve bu nikah sonrasında Âşık Veysel de Esma’yı sevmeye, zamanla âşık olmaya başlar. Bu mutlu günlerinde bir kızı ve bir oğulları doğar. Fakat erkek bebekleri henüz on günlükken hayata veda eder. Ölümün çaresizliği içinde garip kalan Veysel’in karısı Esma’nın hizmetlisiyle kaçması gönlünü bir defa daha paramparça eder. Daha aşklarının meyvesi olan gülyüzlü kızları altı aylık bebektir. Anasız kalan bebeciğiyle bir başına kalan, gözleri perdeliyken bile yüreğindeki ışıkla gören Veysel’in gönlü bu dünyaya ve aşka yaralandıkça yaralanır, içi yandıkça yanar. Acıların demlendiği yüreciğinden bir türkü süzülür ve dile gelir.

Güzelliğin on par’etmez.

Bu bendeki aşk olmasa.

Eğlenecek yer bulaman.

Gönlümdeki köşk olmasa.

Yirmi beş yaşında evlendiği biricik aşkı çoktan kaçıp uzaklara gitmiştir. Veysel’in başında talihin kara bulutları bir defa daha devran döner. Canından çok sevdiği babacığı ve anacığı 1921 yılında art arda ruhlarını teslim edip, Hakk’a yürürler. Bu vedalaşmadan gidilen, yürünen manevî menzilin manasını da bilen Veysel yetim kalmıştır. Gönlünün sırça sarayları yıkılmışken iki kapılı handa gündüz gece sürecek bir yolculuğa çıkmak ister. Ve Zara’ya gidip kendine dokuz liraya bir saz daha aldığı esnada tanıdığı, bildiği hemşehrileri tarafından dolandırılır.

Ben giderim sazım sen kal dünyada .

Gizli sırlarımı aşikâr etme.

Lâl olsun dillerin söyleme ya da

Garip bülbül gibi ahuzaretme.(…)

Ben bir insanoğlu sen bir dut dalı.

Ben babamı, sen ustanı unutma.

Artık cebinde beş parası da olmayan öksüz Âşık Veysel der ki:

Kim okurdu kim yazardı.

Bu düğümü kim çözerdi.

Koyun kurt ile gezerdi.

Fikir başka başka olmasa.

Dost bilip, güvendiği kardeş sanıp, sırtını dayadığında onu sırtından vuranlardan ve bu dünyadan iyice yüz çeviren Âşık Veysel, dost dost diye nicesine sarılır ama bu dünyanın bitmez derdine bir derman bile bulamaz.

Dost, dost diye nicesine sarıldım.

Benim sadık yârim kara topraktır.

Beyhude dolandım, boşa yoruldum.

Benim sadık yârim kara topraktır.

Sabrı, tevekkülü yine de kalbinden düşürmeyen Veysel, çocukken öğrendiği sureleri zikreder ve kainatın zikrine sazıyla katılıverir. İki cihanın aşkta bir olmasını ve yaratanın yarattığı hiçbir yaratılmışı hor görmemek gerektiğini, mevcudiyetin birliğini söyler, durur. Onun şiirinde kimse kimseden ayrı gayrı altın veya tunç, bakır, gümüş değildir. Kullar bu âlemde farklı fıtratta yaratılıp, iradesine göre muameleye ve merhamete tabiidir.

Hu çeker, iniler çalınan sazlar.

Kükremiş dalgalar, coşar denizler.

Günlerden bir gün talih çarkının denizi durulur, sütliman olur ve Âşık Veysel ‘in yüzüne gülümseyiverir. Sonrasında gönlünü annesinin adını taşıyan Gülizar kadına kaptırır ve onunla mutlu bir yuva kurarlar. Altı çocukları olur. Kendisine bir dörtlükte mısra mısra nasihat eder.

Gönül sana nasihatım.

Çağrılmazsan varma gönül.

Seni sevmezse bir güzel.

Bağlanıp durma gönül.

1931 yılında dönemin Millî Eğitim Bakanı Ahmet Kutsi Tecer’in teşvikiyle tertip edilen halk şairleri bayramında ondört âşık arasında olan Veysel türküsünü çığırmaya başlayınca sanki orada dünya durur.

Ve o günden sonra ses sanatçısı Fikret Kızılok’tan, rock sanatçısı Joe Satriani’ye kadar türküleri yankılanmaya, Âşık Veysel’in sözleri ve ezgileri yetmiş iki milletin dilinden akmaya başlar. Ve kuşlar can kafesinden uçar gider, ardından miras gözleri perdeli Veysel’in gönül perdelerini aralayan bir türküsü bir de adı kalır. Bugün 49. vefat yıldönümünü idrak ettiğimiz günlerde onun söylediği gibi bizler de bu dünyadan göçmen kuşlar gibi uçar gideriz, geriye bir adımız bir de aşk kalır. Oysa âşıkların mezarı ariflerin gönülleridir ya âşıklar ve eserleri ölmez. Yine de Âşık der ki,

Ben giderim adım kalır.

Dostlar beni hatırlasın.

ÖĞRENCİNİN ÖĞRETMENDEN BEKLENTİSİ

Çağımız çocuklarının bilgiye ulaşmaları artık parmaklarının ucunda. Hal böyle olunca çocuklar artık öğretmenden bilgiyi talep etmiyorlar. Öğrencilerin derdi öğretmenlerinin onları anlamaları, ruhlarına inmeleri ve onlarla hemhal olmalarıdır. Sürekli uyarılmak, azarlanmak ve dersler üzerinden bir diyalog geliştirmek istemiyorlar. Öğrencilerin istediği sevgiyle gözlerinin içine bakılmak. Kaçamak bakışlarla ders işleyen öğretmen ve bununla birlikte üstünlük kurarak iletişime geçen öğretmenleri görmek istemiyorlar. Biz veliler de eleştiriye açık ve paylaşımcı öğretmenler istiyoruz. İletişimi kopuk bir öğretmen ve idare öğrenciye hiç bir şey veremez.

ARTI EKSİ

Artı

İşçilerin sofrası

İşçiler bir bank üzerine serdikleri gazete kağıdının üstünde domates, peynir, zeytin ekmek yiyorlar. Oradan geçen ve her halinden turist olduğu belli olan adam işçilere göz atınca ‘come come’ diye davet ediyorlar. Turist anlıyor, gülümsüyor ve teşekkür ediyor. Duyuyorum, Adam yanındaki kadına diyor ki bizim orada olsa sokakta biri ölse herkes üstünden geçer, dönüp bakmaz bile. Ama burada insanlar tanımadıkları ve yabancı olan insanları o azıcık yiyeceklerle hazırlanmış sofraya davet ediyorlar.

Eksi

Olumsuz örnek

Akademisyen - sunucu olumsuz bir örnek vereceği zaman bunu kendisi üzerinden vermemelidir. İhmal veya dalgınlık, insani herhangi bir durum üzerinden hatalı bir olayı kendisi üzerinden izleyiciye aktarmamalıdır. Mesela; trafikte hız yapmıştım. Polis: “Hocam size yakışıyor mu ?”demiş. Gerçek de olsa asla yapılmaması gereken bir şeyi samimiyet kattığı düşünülerek yanlış örneği kendi adına vermemelidir. Bunu bir tanıdığım, diye başlayarak verebilir. İletişimde her şeyi tüm çıplaklığıyla vermek, dobra olmak sağlıklı değildir. Bunun izahı izleyicide dobralık olarak anlaşılmaz. Bir akademisyene veya sunucuya yakışmayan davranış olarak algılanır.

YAS TUTMA KÜLTÜRÜ

Yabancı filmlerde bir ölünün ardından yas tutmak konusu çok geçer. Hatta bazı batı geleneklerinde eğer ölen eş erkek ise kadın siyahlara bürünür. Başka rengi hayatına sokmaz. Gülmez, neşelenmez neredeyse ölene eşlik edecek sanır kendini. Ölen ise başka bir âleme vuslat etmiştir. Geçenlerde izlediğim bir yabancı dizide kadın sevdiği kişinin ölümünün ardından hemen işine geri dönüyor. Ama patronu ‘yasını tutsaydın’ diyor. Bizim kültürümüzde yas tutmak, matemde olmak diye bir tabir yoktur. Bağıra bağıra ağlamak, dövünmek de yoktur. Elden ayaktan, hayattan çekilmek de yoktur. Yas tutmak bazı yerlerde inancın zayıflığı bazı yerlerde de körü körüne geleneklerle ilgilidir. Elbette sevdiğimiz kişinin ardından zil takıp oynamıyoruz. Bir süre evimizde dua okuyarak olanlara alışmaya çalışıyoruz. Sadece kendi yakınımız değil ölen kişi apartmanda, mahallede de olabilir. Bundan dolayı yakınlarının üzüntüsüne saygı gösteriyoruz. Yardımcı olabileceğimiz bir şey varsa yapıyoruz. Ama asla karalar bağlayarak kendimizi hayattan tecrit etmiyoruz. Öte yandan bir kişinin ardından en iyisi o acılı süreyi atlatmak için onun adına hayır işlemektir. İmkânlarımız nisbetinde fakir doyurmak, çocuk okutmak ne gelirse. Ölen kişinin ruhunun sükun bulması ve kendimizin de hayata değer işlerle uğraşması yaşamı anlamlı kılacaktır.