Bir yanda bedenimizin bitmek bilmeyen arzuları, öte yanda çevrenin beklentileri ve üyesi olduğumuz sonsuzluk âleminin istekleri.
Bir yanda bedenimizin bitmek bilmeyen arzuları, öte yanda çevrenin beklentileri ve üyesi olduğumuz sonsuzluk âleminin istekleri. Hayatımız, bu üç temel istek, sorumluluk ve davranış alanını uyumlu hale getirmekle geçiyor. Bu davranış eksenlerini uyumlu biçimde yönettiğimiz oranda gerçek mutluluğa ulaşabiliyoruz. Aksi halde eksik, yarım ve geçici mutluluklarla günü kurtarmaya çalışıyoruz.
Birbirini tamamlayan bu temel davranış eksenlerinden birinin zayıflaması, bir diğerinin güçlenmesi demektir. Acaba günümüz insanının hangi davranış ekseni zayıflamakta ve hangisi güçlenmekte? Kendimizin, toplumun ve evrenin beklentilerine verdiğimiz cevaplar mutlu bir yaşam için ne kadar etkili ve belirleyicidir?
Bedenimizin yeme içme, korunma, barınma, üreme gibi temel fizyolojik istekleri bellidir ve yaşamın sürdürülmesi için zorunludur. Ama bunlar yetmez. İçinde yer aldığımız yakın ve uzak çevrenin sosyal istekleri, toplumsal kurallar, adalet, ahlak gibi kavramların yüklediği sorumluluklarla da iç içeyiz. Ve nihayet ruh dünyamızın ihtiyacı olan mana arayışına da bir cevap vermek durumundayız.
Günümüz insanının, çevrenin sosyal beklentileri ve ruhsal dünyamızın mana değerlerinden uzaklaştığını buna karşılık giderek bedensel ve maddi isteklere hapsolduğunu yeniden hatırlamak durumundayız. Zira savaşların, açlığın, ekonomik dalgalanmaların, hayatın olağan bir parçasına dönüştüğü bir zamandayız. Birey ve toplum düzeyinde yaşanan vicdani daralmanın başka bir izahı yoktur.
İNSANLIK İÇİN NE YAPTIK?
Topluma faydalı bir iş yapmak yerine hırsızlığın, başkasının duygularını anlamak yerine kendini öne çıkarmanın, işbirliği yerine bireyselliğin, umutlu bir yaşam beklentisi yerine yaşama dair ümitsizliğin, problemleri çözmek yerine sorun üretmenin bir parçası olmanın, kısacası maddenin manayı ezdiği bir hayatın ayak sesleri yükseliyor. Ve insan olmaktan, insani değerleri yaşamaktan uzaklaşıyoruz her geçen gün.
Freud’un esasen geçerliliğini yitirmiş olan - olması gereken temel doktrinine bugün uygulamada yaklaştığımızı üzülerek dile getirmek zorundayız. Zira Freud insanın; içgüdüsel gücünün etkisiyle yönetildiğini, arzularının oyuncağı olduğunu, hazların hayatta belirleyici olduğunu ısrarla dile getirmiştir. Buna karşın bu görüşe ortaya atıldığı dönemde kuvvetle karşı çıkan, psikoloji biliminin yayılmasında ve bireysel psikolojinin gelişmesinde çok önemli etkileri olan Alfred Adler; insanı harekete geçiren esas gücün hazlar değil, hayatın gerçek anlamına yönelik arayış ve kendini bilmek yönünde geliştirilen amaçlar olduğunu vurgulamıştır.
1870 yılında Viyana’da ticaretle uğraşan bir ailenin evladı olarak doğan Adler, hekim olmuş ama özel ilgisi nedeniyle hayatını psikoloji alanındaki çalışmalara adamıştır. Freud ile tanışmış, birlikte çalışmalar yapmış, O’nun dehasına inanmış ama birçok konuda O’ndan farklı düşünmüş ve mücadele etmiştir. Adler; insanın davranışlarına yön veren düşüncelerin, içgüdüsel hazlardan değil, kendini arama, kendini bilme, başarılı olma ve yaşama bir anlam yükleme arayışının sonucu olarak içerik kazandığını, bireyin kendi bedenini aşıp, çevresini ve içinde yer aldığı evreni anlama amacına sahip olmasının onu gerçekten mutlu kılacağını savunmuştur.
Bakın ne diyor Adler; “İnsanlık için iyi bir şeyler yapmayan insanlar ne oldular? İşte cevap: Hiçbir şey bırakmadan yok oldular. Onlardan kalan hiçbir şey yoktur. Toprak onları yuttu ve kayboldular. Evrenin verileriyle ahenk kuramayan yok olmuş hayvan türlerinin akıbetlerine uğradılar. Burada aslında gizli bir buyruk vardır. Evren sanki şöyle demektedir: Defolun, siz hayatın manasını anlamadınız. Gelecekten bir şey bekleyemezsiniz.”(1)
DİĞERLERİYLE VARIZ
Hayatın anlamını yakalama yolculuğu insanı, diğerlerinden farklı ve daha olgun hale getiren yegâne güçtür. Neredeyse tüm benliğimizi ve çevremizi saran maddeyi aşıp mana ile buluşmanın bize sağlayacağı insani olgunluk, diğerleri ile yarışacağımız esas üstünlük alanıdır. Mana arayışını terk eden birey, içgüdülerine teslim olmaktan, maddi arzularının oyuncağı olmaktan kurtulamaz.
Şu halde birey ve toplum olarak hayatta karşılaştığımız ve giderek daha karmaşık hale gelen sorunların çözümünün anahtarı, yaşamın dinamiğinde yer alan mana arayışını ihmal etmemektir. Bunun için hayatın bize sunduğu tüm imkânlara, detaylara ve araçlara sıkıca bağlanmamız önemlidir. Birey ve toplum olarak karşılaştığımız olaylara sağlıklı tepkiler vermemizin başlıca yolu, hayat yolculuğumuza aşina olmak, kendimizi bilmek ve üçlü saç ayağı konumundaki beden-ruh-çevre değerlerinin uyumunu ve dengesini korumaktır.
Bu denge, görünür ve görünmez alandaki davranışlarımızın tutarlılığı, sosyal hayatta alacağımız rolü benimsememiz ve vicdanımızın olgunlaşması bakımından şarttır. Kendimizi bilme ve hayata anlam verme çabamızın yolunun, diğerlerinden geçtiğini göz ardı edemeyiz.
İnsanın, evrensel bir bütünün parçası olarak onunla bir alış veriş içinde olduğunu, çevresiyle ilişki içinde var olduğunu unutmamamız gerekir. Bireysel kusurlar gibi bireysel fazilete giden yol da diğerleriyle etkileşimimizden geçiyor. Âlemde yer alan canlı, cansız, eşya bütün unsurları bilmek ve tüm varlıkla ilişki halinde olmak, varlığın hakkını verecek bir davranış dengesini yakalamış olmak, bizi gerçekten mutlu edecektir. Aksi halde toprağın yuttuğu bedenlerin ötesine geçemeyiz.
(1)Adler, A. (2016). Yaşamın Anlamı ve Amacı (Çev: Kamuran Şipal). İstanbul, Say Yayınları.