Bir kere Washington'un Ortadoğu politikaları ve Çin'in Körfez başta olmak üzere kendisinden uzakta ilgi alanlarında aktif dış politikasıyla ilgili kulaktan kulağa, makaleden makaleye devam eden klişenin en somut resmidir Beijing'de verilen fotoğraf.
Gündemimiz çok yoğun ve hızlı ama Ortadoğu’da çok önemli şeyler oluyor. Öncelikle, bu Cuma Beijing’de Suudi Arabistan ve İran temsilcileri kameralara gülümseyerek el sıkıştılar. Böylelikle de 2016’da Şii din adamı al-Nimr’in idamı ve Tahran’da Suudi Arabistan elçiliğine yönelik protesto saldırılarıyla alevlenen Suudi Arabistan-İran gerginliğini tamir etme, ilişkileri iyileştirme kararı aldıklarını uluslararası kamuoyuna duyurdular. Verilen resim, iki temsilcinin omuzlarına aynı şekilde, aynı anda dokunan Çin Dış İşleri Bakanı, Wang Yi’nin bulunduğu kare ise çok şey anlatıyordu. İran- Suudi Arabistan’ın ilişkilerinde normalleşmenin sağlanması konusundaki anlaşmaları- ki iki başkent tekrar karşılıklı elçiliklerin açılması için iki aylık bir süre zarfında ellerinden geleni yapmaya ve ikili ilişkilere yön veren prensip olarak birbirlerinin iç işlerine karışmamaya söz verdi- Çin’in arabuluculuğunda gerçekleştirilen 4 günlük gizli toplantılar sonucunda oldu. O noktadan itibaren, pek çok yorumcu bu anlaşmanın Çin’in artan gücü ve Washington’un Ortadoğu politikalarıyla ilgili pek çok mesaj verdiğini söylüyor.
Washington’a güven yok
Bir kere Washington’un Ortadoğu politikaları ve Çin’in Körfez başta olmak üzere kendisinden uzakta ilgi alanlarında aktif dış politikasıyla ilgili kulaktan kulağa, makaleden makaleye devam eden klişenin en somut resmidir Beijing’de verilen fotoğraf. Neydi bu klişe hikâye: ABD’nin Ortadoğu politikaları güven vermiyor. Bu ABD’nin bölgede varlığını -üsleri, silah anlaşmaları, askerleri/danışmanları ve vekillerini- ortadan kaldırmıyor ama müttefiklerini üç yol izlemeye itiyor. Bu yollar bizim için tanıdık aslında: i- bölgede bozulan ilişkilerini tamir ederek risk faktörünü düşürmeye çalışıyorlar- yani normalleşme yolu, ii- yerli ve milli savunma ve güvenlik inşası kapasitelerini geliştirmeye çalışıyorlar- yani stratejik otonomi yolu, iii- kaynak, pazar ve dostluk/ortaklık ilişkileri söz konusu olduğunda ABD dışındaki büyük güçlerle, büyük oyuncularla temas kurmaya çalışıyorlar -yani çeşitlendirme yolu. ABD’nin müttefikleri bu üç yolu genelde ve güçleri yeterliyse (Türkiye gibi) aynı anda izliyorlar ve bu üç yolu takip ederken de mümkünse Washington ile ilişkilerini sorunsuz tutmaya çalışıyorlar. Körfez söz konusu olduğunda son iki yol, uzun bir süredir bir şekilde mutlaka Çin’e çıkıyordu.
Amerikan mega-anlatısına karşı Çin’in mega-anlatısı
Çin’in Soğuk Savaş sonrası ulusal vizyonu farklı, uzun ve felsefi adlandırmalara sahip ama ben içeriğinin değişmediğini düşünenlerdenim. Temelde Çin, ticaret ve ulusal kalkınma/zenginleşme arasında kurduğu bağla çevresinde kendisini adına bir kontrol, bağlantı, giriş ve çekiş alanı oluşturuyor. Bu bağ olumlu olarak işlediği müddetçe hem Çin’e sağladığı ekonomik kazancın yeni askeri ve teknolojik yatırımlara dönüşmesi mümkün -ki Beijing’i bugün ABD’nin en büyük rakibi olarak ilan etmemize sebep olan yükseliş ivmesinin asıl kaynağı buydu- hem de bu bağ Çin’i liberal sistemin bir oyuncusu, önemli bir oyuncusu haline getiriyor. Hikayenin bu kadar ki kısmına odaklanırsak, Çin’in de hegemonik bir vizyonu olduğunu pekala iddia edebiliriz. Ancak işte sistemdeki gerçek hegemonik aktör ABD olduğundan, Çin’in vizyonunu ABD’ye tam güvenmeyen Amerikan müttefiklerinin, ABD’nin rakiplerinin, liberal sistemin memnuniyetsizlerinin eleştirileriyle birleştirme şansı oluyor- ki bu da neredeyse tüm Dünya demek. Bu potansiyelin, kendi insan kaynağından kaynaklı potansiyelin ve ABD gibi hegemonik bir gücün yaşayabileceği sorunların farkında olan Çin kendisine ulusal vizyonun yanında bir global rol de biçiyor ve bu vizyon ve rol onu Körfez (hem Arap Körfezi hem İran’ı içine alan Körfez) gibi stratejik önemli coğrafyalar ile ilişkili hale getiriyor.
Bugün Körfez’in iki rakibini yan yana getirerek Çin; ticari, ekonomik, stratejik hatlarda Körfez’in iki yakasıyla kurduğu ilişkiyi diplomatik seviyede Körfez’in durumunu/ bölgedeki güçler dengesini etkileyecek seviyeye çıkartabildiğini gösterdi. Aynı anda da normalleşme süreçlerinin arabulucusu olarak bölge için güvenilir bir güvenlik sağlayıcısı haline geldi. Böylece Beijing, Şi ve Wang gibi Çinli yetkililerin altını doldurmaya çalıştığı Çin yapımı Küresel Güvenlik İnisiyatifinin altını doldurmayı başardı. Bu inisiyatif hatırlanacaktır, tek kutupluluk, tek taraflılık, ABD’nin hegemonik güç gösterisi gibi unsurlara karşı Çin’in oluşturduğu mega-anlatının da bir parçası. Bugüne kadar bu anlatıyı ticari kazan-kazan ekseni ve iç işlerine karışmayalım söylemi dışında beslemek mümkün olmamıştı. Zira Çin’in 2013 Arap-İsrail barış planı da geçenlerde önerdiği Ukrayna Savaşında arabulucu olma önerisi de taraflarca çok ciddiye alınmadı. Şimdi Beijing, düşman kardeşleri barıştırma yolunda bir adım atarken Riyad ve Tahran tarafından ciddiye alındığını dosta-düşmana duyurarak bir ülkenin Çin yatırımlarına (para ve teknolojisine) kapı açmasının artı değerini gösteriyor. Verilen mesaj çok açık: “gidip ABD küresine el basarsanız gelir sizin petrol tesislerinizi vurular- hem de Patriotlar güya sizi korurken vururlar-, gidip Çin ejderhasının kuyruğunu okşarsanız paralarla beraber bir sükût/barış hali hasıl olur”.
Riyad ve Tahran normalleşmesinin Yemen Savaşı’nda nihai sona gelinmesine katkı vereceğini söyleyenler, İran Nükleer görüşmelerinde Çin’in makul bir arabulucu olarak ortaya çıkacağını söyleyenler -ki bu söylemler için atmosfer çok uygun- bu mesaja ve Çin’in mega-anlatısına da katkıda bulunacak ister istemez. Bu nedenle Washington, Suudi Arabistan- İran-Çin anlaşmasını buz gibi karşıladı. Sözcü Kirby, “bu anlaşmaya ulaşılmasının asıl nedeni, ABD’nin müttefiklerine sağladığı caydırıcılığın ne kadar güçlü olduğunun İran tarafından bilinmesidir” mealinde açıklamalarda bulundu. Ama meselenin ABD açısından bir omuz silkiş kadar kolay geçmeyeceğini anlamalıyız. ABD, Biden yönetimi altında Ortadoğu’yu kendi haline bırakırken, buraya dönme yollarını da açık bırakmaya özen gösteriyor. ABD, bu yolların işleyeceğini çünkü Ortadoğu’da kendisine, kendi anlatısına gerçek bir rekabetin kalmadığını da düşünüyordu. Siyasal İslam/İhvan hattının soluğunu kesmek için her şeyi yaptı, İran’a baskı devam ediyordu, Suudi Arabistan yönetimine soğukluk gösterisi yapmak zaten bir ABD klasiği- Yemen’de Riyad’ı yarı yolda bırakanlardan birinin ABD olduğu unutulmamalı-, “Rusya’nın Ortadoğu ile ilgisinin sınırları var çünkü başı Ukrayna’da belada derken” Çin, bu coğrafyada niyetlerinin ciddi olduğunu çok sembolik bir hareket üzerinden gösteriyor.
Ne değişti? Riyad-Tel-Aviv-Washington diplomasisi
Bu arada, gelecek hafta Suriye-Rusya-Türkiye müzakerelerine İran’ın da katılımının kabul gördüğünü, yani birden bire tekrar “Astana iyi bir format” sözlerinin duyulduğu bir dönemden geçtiğimizi de hatırlayalım. Bu İran ve Suriye hattında Tahran ve Ankara’yı birbirine karşı kullanma pozisyonunun bir nebze de olsa zayıfladığını hatırlatıyordur Washington’a. Bu gelişme İran’ın nükleer programının gidişatı düşünüldüğünde Tahran’ın yalnızlaştırılması opsiyonun da bölgede heyecan yaratmadığının bir işareti olarak görülebilir. Aynı zamanda bölge devletlerinin özellikle de Körfez’in ABD karşısında pazarlık gücünün arttığını düşündüğü bir anda olabiliriz. Nitekim iki gün önce, Suudi Arabistan’ın bir süredir ABD’nin kanatları altında süren İsrail’le normalleşme müzakereleri için Washington’dan beklentileri New York Times’ın (NYT) sayfalarına yansıdı. Bu tür bir yakınlaşmayı Netanyahu Hükümetinin de istediğini -hatta en çok onun istediğini- Netanyahu’nun İtalya ziyareti sırası yaptığı açıklamalardan anlıyoruz. Top, Biden Hükümeti, Netanyahu, Riyad yönetimi ve Suudi Arabistan’ın sıkıştırılması istendiğinde devreye giren Kongre arasında dönüyor.
Bugün radikalleşen İsrail siyasetinde Riyad’ın istediği gibi Suudi -İsrail normalleşmesine Arap/Filistin ayağını eklemleyebilmek kolay değil. Ortadoğu/Körfez coğrafyası söz konusu olduğunda Riyad, Abu Dabi ya da Manama’dan biraz daha farklı bir şey söylemek zorunda kalıyor mesele Filistinliler olunca. Dolayısıyla bu talep havada. Suudi Arabistan’ın istediği NATO benzeri güvenlik garantilerinin Riyad’a verilmesinin de ABD tarafından çok arzu edilmediğini söylüyor NYT’da haberi kaleme alanlar. Suudi Arabistan’ın diğer bir isteği Riyad’ın sivil nükleer enerji programına ABD’nin destek vermesi. Aslında Körfez ülkelerinin nükleerleşme serüveninde ABD bir eliyle verdiğini, diğer eliyle sınırlayan bir portre çizer hep. Riyad bu pozisyonun ötesine geçilmesini istiyor. ABD için bu tür bir tavizi vermek bugün dünden daha zor değil (İran neredeyse nükleer silahlı bir devlet) ama hala zor. Riyad’a gerçek bir şey vermek istemeyen ABD yönetiminin kafasını İsrailli yetkililerin sürekli şişirdiğini de varsayabiliriz. Tüm bu hikâyeye bakınca Riyad’ın Beijing’de Tahran ile el sıkışmasının hem ABD hem İsrail nezdinde alarm zili çaldıran bir gelişme olarak neden görüldüğünü anlamak zor değil. Bu aşamada ABD, bölge istikrarını desteklediğini, kazan-kazana yatırım yaptığını gösteren bir hamle yapmak zorunda, ama ABD’nin bu hamleyi yapacak fazla bir sahası kalmadı bugünün Ortadoğusu’nda. Bakalım, Biden Hükümeti tükürdüğü hangi tabağı yalayacak.