Bir işletme ne zaman iflas eder? Kısa vadeli alacakları kısa vadeli borçlarını karşılamadığı zaman.
Yani eğer üretici sattığı ürünün karşılığında elde ettiği gelirle bugün ödemesi gereken borçlarını ödeyemiyorsa iflasın eşiğindedir. Mikro iktisat teorisinde firmaların borçlanma imkânları ihmal edilir. Bunu dahil ettiğimizde tanımı şu şekilde değiştiririz: Kısa vadeli alacakları ve kısa vadede borçlanabileceği nakit toplamı bir firmanın kısa vadeli borçlarına yetmiyorsa, o firma iflas eder.
Bugün Türkiye’de sömürünün en yüksek olduğu sektör tarımdır. Burada sömürüye kısaca değineyim. (Buradaki tanım Marxgil iktisadın sömürü tanımı değildir, egemen iktisadın sömürü tanımıdır.) Piyasada tek alıcı veya az sayıda alıcıların fiyatları belirleme gücü olduğu ve çok sayıda üreticinin fiyatları belirleme gücünün olmadığı durumda fiyat, alıcı veya alıcılar tarafından tam rekabet fiyatının altında belirlenir. Tam rekabet fiyatı üreticinin bütün üretim maliyetlerini karşılayan ve ekonomideki en düşük faiz oranı (genelde devlet tahvili faizi veya devlet bankalarının verdiği mevduat faizi olarak kabul edilir) kadar birim muhasebe kârının toplamına denk gelir. Bu bahsettiğim tipte piyasalar genelde oligopson (az sayıda -2 ilâ 20 firma- alıcının olduğu piyasa) ve özelde de monopson (tek alıcılı piyasa) olarak adlandırılır. Burada alıcıların üreticilere dayattığı fiyat tam rekabet fiyatından ne kadar düşük olursa alıcının üreticiyi sömürüsü de o kadar artar.
Monopson ve oligopson piyasalarına olan ilgi 20’inci asrın başlarında artmıştır. Bunun sebebi emek piyasalarında oluşan ciddi alıcı kartelleri ve işçilerin ücretlerinin açlık sınırının bile altına inmesidir. Bugün emekçilerin üzerinde bu çapta bir sömürü bulunmamaktadır, aksine bazı sektörlerde ücretler diğer sektörlere göre çok daha yüksektir. Göreli olarak tam rekabetçi ücrete tekabül eden açlık sınırında emek geliri değil, ama bazı sosyal ihtiyaçları da içeren fakirlik sınırında ücrete ulaşılmıştır. Bunu sağlayan temel uygulamalardan biri asgari ücrettir. Ancak tarım piyasalarına baktığımızda, üreticilerin tarladan satış fiyatları ektikleri ürünün bedelini karşılamaya bile yetmemektedir. Yani fiyatlar tam rekabet fiyatlarının çok altındadır, bu da üreticinin ya iflas etmesi (toprağını satıp veya müteahhide verip şehre göç etmesi) veya aşırı borçlanmasına (o da borçlanabilirse) yol açmaktadır. Nasıl bu duruma gelindi? Değerlendirelim.
Tarım üreticisinin ürünlerini alan genel olarak Gıda Sektörü firmalarıdır. Türk toplumu sanayileştikçe ve şehirli nüfus arttıkça, endüstriyel gıda ürünlerine talep de artmaktadır. Dolayısıyla çok sayıda ve küçük ölçekli tarım üreticilerinin karşısında alıcı olarak tüketiciler değil büyük sanayi konsorsiyumları bulunmaktadır. Sanayi devleri doğrudan üreticiyle iletişime geçmemekte, ama birkaç aracı simsar vasıtasıyla ürünü tarladan toplatmaktadırlar. Bunlar her bölgede farklı tarım ürünlerinin piyasalarında çoğunlukla tek alıcı (monopson) konumundadırlar. Sayısı otuzu geçmeyen simsarlar ülkenin farklı bölge ve farklı ürünlerindeki piyasaları kendi aralarında paylaşmışlardır ve üreticiyi ciddi bir sömürü oranından sömürmektedirler. Bu simsarlar, genelde tam rekabet fiyatından sanayi devlerine ham tarım ürünlerini satmaktadırlar. Yani üretici, ya üretimi bırakmakta ya da ağır borç yükü altında giderek fakirleşerek üretim yapmakta, simsarlar hiç emek sarf etmeden ciddi bir gelire el koymakta, sanayiciler de en düşük maliyetle üretimi kotarabilmektedirler. İşlenmemiş tarım mamullerinin bir kısmı da, simsarlar tarafından, şehirlerdeki marketlere sunulmaktadırlar. Tarım ürünleri işlenerek üretilen Gıda Sektörü ürünleri de, yine, şehirlerdeki marketlerin raflarında tüketiciye sunulmaktadır. Bu aşamada tarım üreticisinin sömürüldüğü kadar tüketici de sömürülmektedir. Bu sefer, işlenmiş ve işlenmemiş gıda ürünleri sanayi devleri ve simsarlar tarafından malların ulaştırma maliyetlerine ek olarak en az yüzde 150’ye varan kâr oranıyla marketlere satılmaktadır. Bunun üstüne bir de marketin kârını, devletin aldığı insafsız ve fahiş KDV ve ÖTV’yi de ekleyin, durumun vahametini anlarsınız. Şehirlerde, tüketiciye malları sunan market zincirleri, bu sefer, az satıcılı ve çok alıcılı bir piyasada (oligopol piyasası) tüketiciye tam rekabet piyasasının çok üstünde fahiş kârlarla bu ürünleri satmaktadır. Tüketiciler çoğu zaman, kredi kartlarına dayanarak bu malları satın almaktadır. Sonuç şudur: Türk milletinin büyük çoğunluğunu oluşturan tarım üreticileri ve şehirlerde çalışan emekçiler, ya sefalete ya da ağır bir borç yükü altında kıtı kıtına yaşamaya mahkûm edilmektedir. Öte yandan, tarım mamullerini tarladan toplayan (yabancı firmalarla da bağlantılı olan) bir avuç simsar ve bu ürünleri işleyip en az yüzde 150 kârla tüketiciye sunan firma ve marketler para üstüne para kazanmaktadırlar. Son olarak da oligopsoncu simsar ve oligopolcü sanayi firmalarını doğru düzgün vergilendirmeyen Maliye Bakanlığı, açığını kapatmayı daima millet için zorunlu olan bir çok gıda ürününü vergilendirerek karşılamaktadır.
Bir polisiye tutkunu olarak hemen aklıma gelen, yabancı ve yerli kartellere taşeronluk yapan simsarlar, sanayi devleri ve market zincirleriyle Maliye Bakanlığı arasında bir menfaat ilişkisinin olduğudur. Ancak bu konuda elimizde yeterli delil bulunmadığı gibi, iktisadi olgular da Sherlock Holmes veya Hercules Poirot’nun incelediği vakalar gibi basit ve tek boyutlu değildir. Üstüne üstlük iktisadi olgular uzun zamana yayılan dinamik süreçlerin bileşenleridir. Eğer demokratik seçimlerle gelen bir hükümet sistemi varsa, o takdirde Türk milletinin çoğunluğunu oluşturan tarım üreticileri, emekçi kesim ve tüketicilerin oluşturacağı oy baskısı hükümeti ve Maliye Bakanlığı’nı farklı tedbirler almaya itebilir. Bunun gerçekleşmesi için tarım üreticileri, şehirli emekçiler ve tüketicilerin örgütlü olması gerekir. Sonuç olarak nereye geldik: Emekçilerin sendikaları, tarım üretici birlikleri ve tüketici dernekleri kendi kitlelerinin taleplerini hükümete duyuramamaktadır. Bunun iki sebebi olabilir: Ya bu örgütler baştan savma bir şekilde tertiplenmiştir ve beceriksiz yöneticilerin güdümündedir ya da sanayi devleri ve simsarlar ile iş birliği içerisindedir. Her ikisi de doğru olabilir, ama bana göre daha ağır basan ikinci şıktır.
Maliye Bakanlığı, bu konjonktürde kendisi için en kolay yolu seçip açığını ekmekten, gıda ürünlerinden, benzinden ve diğer zorunlu tüketim mallarından fahiş vergiler alarak kapatmaktadır. Ancak koskoca Tarım Bakanlığı ve Kalkınma Bakanlığı ne yapmaktadır? Yerli ve milli tarımı teşvik ve halkın temel gıda mallarına daha ucuza ulaşabilmesi için ne öneriler getirmektedir? Onlar da işin kolayına kaçıp ithalata abanmaktadırlar. İnsan üzülüyor, koskoca Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkıma götüren politikayı aynen tatbik etmektedirler. Burada hükümet kadar, muhalefet de suçludur. Türkiye’nin vatan savaşına muhalefet etmek için her türlü istismarı yapmayı bilirler, ama hiçbiri köylünün, şehirli emekçinin ve tüketicilerin sorunlarına tercüman olmaz. Yazık…
Günümüzde genelde Batı özelde ABD emperyalizminin ağır saldırısı altında olan ülkemizde Cumhuriyet Hükümetinin en önem verdiği konu her alanda yerli ve milli üretimi teşvik etmektir. Bunu canı gönülden destekliyor ve kalemimin yettiği ölçüde “içimizdeki İrlandalılara” karşı mücadele ediyorum. Ancak, Türk tarımının içinde bulunduğu durumu göz önüne alırsak şu soru da aklımı kurcalıyor: Niye yerli ve milli şeker, yerli ve milli buğday, yerli ve milli kesimlik hayvan, yerli ve milli mısır, yerli ve milli fındık ve yerli ve milli zeytin politikamız yoktur?