19 Mayıs günü hastanenin telefonundan babamdan son haberi aldığımda "bir dakika, babamı arayıp bir sorayım, ben size dönerim" dediğimi hatırlıyorum…

Bir aydır yazmıyorum.

Geçen cumartesi doğum günümdü, babam ilk kez aramadı.

Bir gün sonra Babalar Günü’ydü, babam olmadan geçen ilk Babalar Günü…

21 Mayıs günü bu şehri daha önce hiç böyle görmemiştim.

Bu şehrin en dertli, en umutsuz zamanlarına tanık olmuştum ama hiç böyle çaresiz gördüğüm bir anı hatırlamıyorum.

Babamı son yolculuğuna uğurlamaya giderken İstanbul’da yağmur çiseliyordu.

Sanki İstanbul’un elinden hiçbir şey gelmediğini anlatırmışçasına çiselediği yağmur damlaları tenime bir mızrak gibi saplanıyordu.

Babamla iki ortak aşkımız vardı.

Biri Fenerbahçe, diğeri İstanbul…

19 Mayıs günü hastanenin telefonundan babamdan son haberi aldığımda “bir dakika, babamı arayıp bir sorayım, ben size dönerim” dediğimi hatırlıyorum…

Sonrası ise koca bir boşluk, karanlık bile değil.

Beni “Oğlum” diye kaydettiği telefonunu açan olmamıştı.

Elinden hiçbir zaman eksik etmediği sarı lacivert tespihi ise neredeydi bilmiyorum.

Hiç değilse o eşsiz mirasın bir şekilde bana ulaşmasını diledim.

Sosyal medyasından 9 Mayıs’ta en son paylaştığı şarkı Edip Akbayram’ın “Bekle Bizi İstanbul” parçasıydı.

İstanbul onu böyle beklemiyordu, o da aşkına, İstanbul’a böyle geleceğini tahmin etmiyordu herhalde.

Kavgamızın şehrinin yağmur damlalarını çaresiz bir şekilde bırakmasını buna bağlıyorum.

İlk kez bir hatasını kabul etmesine, ilk kez aşkına sahip çıkamamasına…

Ne yalan söyleyeyim, yazdığım birçok yazıya katılmazdı ama hiçbir zamanda paylaşmayı eksik etmezdi.

Neden katılmadığını da bilmeme rağmen bir kez bile söylemedi.

Sadece herkes okusun diye paylaşırdı, benimle duyduğu gurur kendi fikirlerinden ve hayat görüşünden daha önce gelirdi.

Her televizyon programımı izler, yorum yapmaz, çoğu fikrime katılmasa bile duyduğu gururu gözlerinden her zaman anlardım.

Ezberlerin koca bir yalan olduğu günler geçiriyorum şimdi.

“Zaman her şeyin ilacı” sözünün koca bir laftan ibaret olduğu, zaman geçtikçe acının daha fazla hissedildiği.

Bana kalırsa acının daha fazla hissedilmesiyle babamın artık olmadığını kabullenmem arasında koca bir bağ var.

Bu bağ acıtıyor, bir kördüğüm gibi boğazımı sararken o çok sevdiği “Bekle Bizi İstanbul” parçasında geçen “boşuna çekilmedi bunca acılar” cümleleri geliyor aklıma.

“Zafer şarkılarıyla geçemedi” bu şehirden son kez geldiğinde, çektiği acılara karşılık layık olduğu şehrin onu bu şekilde karşılamasını yediremediğine eminim.

İtiraf etmem gerekirse, babamın ölümünden birkaç zaman önce kimseye söylememiştim ama yazmayı bırakmayı düşünüyordum.

Bugün ise onun gurur duyduğu işi, yazmayı nefesim yettiğince sürdürmeye karar verdim.

Hırs koca bir hiçten ibaret, şu hayatta sadece bir an’dan, bir nefesten ibaretsin.

Bir saniye sonran yok.

En büyük aşkları, en büyük umutları yarıda bırakıp gidiyorsun.

Büyümek ise ne kadar yaş alırsan al bununla ölçülmüyor.

Toprağa babanı ellerin koyduğun o an, o gün ölçülüyor.

Ben o gün büyüdüm.

Babamı İstanbul’a getirince içinde eşyalarının olduğu bir poşet vermişlerdi.

Bu yazıyı yazarken o poşet önümde şimdi, arkada ise “Bekle Bizi İstanbul” çalıyor, toprağa verdiğim günden bu yana hala daha açmadım.

Öyle ya, cesaretsizliğim kibrimden daha fazlaymış.

O gün açtığımda ise Fenerbahçeli sarı lacivert tespihi çıktı içinden.

Sonrasını hatırlamıyorum…