Türkiye enteresan bir ülke. Kültür ve eğitim anlamında Kemalizm'in iktidar olduğu ama politik anlamda Kemalizm'i savunan siyasi partilerin iktidar olamadığı bir ülke.
Türkiye enteresan bir ülke. Kültür ve eğitim anlamında Kemalizm’in iktidar olduğu ama politik anlamda Kemalizm’i savunan siyasi partilerin iktidar olamadığı bir ülke. Bugün buralara hiç gelmemiş, adını dahi duymamış birine sadece Türkiye’nin kültür ve eğitim anlamındaki faaliyetlerini gösterin, inanın CHP’nin iktidar olduğunu zanneder. Oysa Türkiye’de her daim seçilmiş iktidarlar Kemalizm’le arasına mesafe koyan siyasi partilerden oluşmuştur. Genellikle seküler-sağ/muhafazakâr kesime hitap eden bu partiler çok partili hayata geçtiğimiz 1946 yılından bu yana toplum tarafından tercih ediliyorlar.
Her ne kadar bu tezat durum demokrasinin ilk ölçütü olan sandıkta karşımıza çıksa da ne yazık ki Kemalist refleksleri aşamayan bir bürokrasiyle hala daha karşı karşıyayız. Bu durumun bir örneğini geçtiğimiz günlerde yine yaşadık.
Konya Valisi Cüneyit Orhan Toprak’ın, öğretmenler günü programında bir öğretmene (daha sonradan o kişinin öğretmen değil, yerel bir gazeteci olduğu ortaya çıktı) “sen öğretmen misin birader, öğretmen gibi otur da görelim” çıkışı çok tartışıldı. Vali’yi haklı bulanlar da oldu, haksız bulanlar da. Zira ben bu konunun Vali Toprak üzerinden tartışılmasını doğru bulanlardan değilim. Gelgelelim, Cüneyit Bey’in, “keşke yapmasaydım” diye özür beyan açıklamasından sonra kendisinin üzerine gitmek doğru değil. Ama konunun başka bir yansıması üzerinden konuşulacak çok şeyin olduğu kanaatindeyim.
Olay ilk meydana geldiği sıralarda ben de Twitter hesabımdan Vali Toprak’ı eleştiren bir tweet attım. Katılanlar da oldu, katılmayanlar da. Ortak kanaat o yerel gazetecinin oturma şeklinin o şekilde olmaması gerektiğiydi. Her ne kadar buna karakterim gereği katılsam da bunu herkesin içinde eleştiren bir kişinin tanımadığı bir kişiye “sen” ya da “birader” diye hitap etmesi de o oturuş biçiminin eleştirelliğinden uzak değil. Mesele de tam burada başlıyor işte. Devlette makam sahibi olanların ast-üst ilişkisini kullanarak altındaki kişiye “sen” diye hitap etmesinin normal kabul edilmesi. Oysa bunun hiyerarşiyle açıklanabilir bir tarafı yok, tamamen asgari insani ölçülerle ilgili bir durum.
Şahsen kendi adıma makamı ne olursa olsun tanımadığım bir kişinin benle “sen” ya da “birader” şeklinde konuşmasından rahatsız olurum. Hatırlayacaksınız aynı durumu Ekrem İmamoğlu’nun seçim kampanyasında kendisini eleştiren bir kişinin yanağına dokunarak kendini açıklamasında görmüştük. Bu temasta aynı şekilde rahatsız ediciydi. O gün orada İmamoğlu’nun vatandaşa temasını eleştirirken, temas olmadan hitap edilen üslupları da eleştirmeliyiz diye düşünüyorum.
Bana gelen eleştirilerden bazıları da “sen babanın karşısında bacak bacak üstüne atabiliyor musun ya da karşısında sigara içebiliyor musun” şeklindeydi. İşte bu korkunç bir duruma tekabül ediyor. Devleti “baba” yerine koyup devlet yetkililerine sınırsız imtiyazlıklar tanımak bizi ucu bucağı belli olmayan bir bilinmezliğe sürükler.
Bir kere dünyevi bir kavram olan devlet kavramı kutsal değil, vali, kaymakam ya da herhangi bir bürokrat da kutsal değil. Bilakis, insanlara hizmet etmek amacıyla oraya atanan kişilerin bunun farkında olması gerektiğini düşünüyorum. İnsan olmadan devlet kavramı olmaz, asıl kutsal olan bu noktada vatandır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sık sık ifade ettiği gibi “insanı yaşat ki devlet yaşasın” anlayışı çok yerinde bir cümledir.
Devlet vatandaşların temel hak ve özgürlüklerini korumada görevlidir. Bu noktada olmazsa olmaz bir aygıttır ve her makam yasalarla çizilen sınırlar dahilinde görev yapar. Zaten o nedenle her şeyin devlete ait olduğu sosyalizmi günün sonunda faşizme dönüştüğü için yerden yere vuruyoruz. Bu sınırsız ayrıcalığın dünyanın her yerinde ceberut bir yönetim anlayışına dönmeyeceği düşünülemez.
Türkiye bu anlamda şanslı bir ülke. Demokrasisi AK Parti zamanında kurumsallaşma yoluna girmişken bürokratların Eski Türkiye hastalıklarını bırakması da son derece elzem. 28 Şubat zamanlarını yaşamış bir ülke olarak kamu otoritesi makamlar kullanılarak sağlanmaz. Belki de bu tarz olaylarda rahmetli Vali Recep Yazıcıoğlu’nu hatırlamamız toplumla eşitler arası bir ilişki kurmasından beri geliyor.
Bu anlamda Vali Toprak’ın hatasını anlayıp kendi içinde muhakemesini yaparak “keşke yapmasaydım” demesi anlamlı bir özür. Ayrıca insanları oturuş nizamına göre eleştirmekten, makamların büyüklüğünü kullanarak onlara belli bir şekil vermekten vazgeçmek gerekiyor.
Bunu dediğimde “burası Norveç değil” çıkışlarıyla sıkça karşılaşsam da “evet değil, buranın Norveç’ten çok daha büyük bir potansiyeli var” cevabını veriyorum. O potansiyeli ortaya çıkarmak için bu tecrübeleri yaşayacağız, bu her ne kadar sıkıcı bir süreç olsa da inanıyorum ki sonu umut dolu olacak.
Muharrem İnce o çeteyi açıklamalı
Türkiye son iki haftadır “Külliye’ye giden CHP’li” safsatasını konuşuyor. O kadar problemimizin arasında bunun gereksiz bir yer işgal ettiğini düşünüyorum.
Aslında durum CHP’nin karakteristik özelliğiyle ilgili. Bu partide kim genel başkan olursa olsun kendi iktidarını sağlamlaştırmak adına türlü oyunlara başvurdu ya da genel başkan olmak isteyenler böyle oyunların kârlı çıkacağına alıştı.
CHP içindeki çekişmeler beni ilgilendirmez, zira bunu seçmenleri düşünsün ama Muharrem İnce haklı olarak bu konunun kaynağının peşine nasıl düştüyse kendisi de aynı hatayı yapıyor.
“CHP içindeki bir çete” diye tabir ettiği oluşumu bence açıklamalı. Evet, kendisi gündeme gelmedi, kendi adı kullanıldı, dolayısıyla buna cevap vermesi, hakkını araması normal.
Ama bir taraftan da nasıl “kaynak” tartışması yapılıyorken kendisinin de bulmaca gibi konuşması bir süreden sonra gündemde kalmak için uğraştığı anlamına gelecek.
Olay Rahmi Turan ya da Talat Atilla’yı geçti, o “çetenin” kim olduğu olayı çözer.
İşte o nedenle Haluk Bilginer!
Genel olarak Türk dizilerini seyretmiyorum. Hem süreleri uzun, hem de bugüne kadar doyurucu bir Türk dizisi görmedim desem yeridir.
Bunu bir nebze olsun benim için Hakan Günday’ın senaryosunu yazdığı “Şahsiyet” dizisi bozmuştu. Hem bölüm süreleri kısaydı hem de gerçekten bir Türk dizisine göre güçlü bir senaryosu vardı.
Haluk Bilginer’in canlandırdığı “Agâh Beyoğlu” karakterini söylememe ise hiç gerek yok. Tek kelimeyle mükemmel bir oyunculuk.
İşte o Bilginer, Emmy ödüllerinde “en iyi erkek oyuncu” ödülünü alınca gerçekten bir ödülün birisine bu kadar yakışabileceğini eminim benim gibi milyonlarca kişi de düşünmüştür.
O Haluk Bilginer, kendisinden daha çok Türkiye’ye bu ödül gittiği için mutlu olduğunu söyledi. Sanatını yapan ve Türkiye’ye bir ilki yaşatan birinin inanılmaz mütevaziliği ve ülke sevgisinin bu denli sahiciliği hepimizi mest etti.
O sadece işini yaptı, sanatı “muhalif” olmak olarak zannedenlere karşı kazandığı başarıyla bir ilki yaşatarak, inanılmaz bir ödülle cevap verdi.
Haberlere baktım göremedim, Cumhurbaşkanı Erdoğan Haluk Bilginer’i tebrik etti mi bilmiyoruz ama etmediyse sanata büyük önem veren Erdoğan’ın bunu yapacağına inanıyorum.
Artık isyan edecek bir kelime dahi bulamıyorum!
Ayşe Tuba Arslan… Eskişehir’de 6 ay önce boşandığı eşinden ölüm tehditlerini aldığını söyleyerek mahkemeye tam 23 defa suç duyurusunda bulunmuş ama herhangi bir işlem yapılmamış.
Haberi okurken o cümleler kanımı dondurdu resmen:
“Ben ölünce mi yardım edeceksiniz?”
Ve Ayşe Tuba Arslan boşandığı eşi tarafından katledildi. Eğer öldürülmeseydi muhtemelen 24. kere de başvuracaktı.
Artık bu konuyla ilgili söylenecek hangi söz bu acıyı, bu ihmalkârlığı anlatır bilemiyorum ama bildiğim tek bir şey var ki “yargı reformu” denilen şeyin tam anlamıyla bir amacına ulaşmadığı. Çünkü bu konularla ilgili emsal niteliğinde kamuoyunu tatmin eden kararlar çıkmıyor, kadın cinayetleri işlenmeye devam ediyor.
Bu noktada Adalet Bakanı Abdülhamit Gül’e büyük görev düşüyor ve özellikle medyaya da.
Daha çok konuşulmalı, üzerine yazılar yazılmalı ki bir daha böyle acılar, böyle ihmalkârlıklar yaşanmasın.
Ekrem İmamoğlu’na bir sorum var!
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, 31 Mart seçimlerinden önce “suyu yüzde 40 daha ucuza kullanacaksınız” demişti.
Göreve geldikten hemen hemen altı ay sonra suya zam yapma girişimi hangi siyasi ilkeyle bağdaşır, açıkçası merak ediyorum.
Bu gibi durumlar “Kahramanın Yolculuğu” diye basit bir kitapla kurtarılacak türden değil, zira “kahraman” olabilmek için önce verilen sözleri tutmak gerekiyor.
Bilmem Ekrem İmamoğlu geçmişiyle tezat bu uygulamasına ne cevap verir ya da Murat Ongun?