"Benim nâciz vücûdum elbet toprak olacaktır" diyen Atatürk'ü "ilah" hâline getirip Nutuk'a kutsal kitap muamelesi yapanları anlamaya çalışırken, şimdi de karşımıza Ekrem İmamoğlu'nu ilah olarak şişirmeye başlayanlar çıktı.
Bâzı Yahudiler "gerçek" İsrail’i kuracak bir peygamber, bâzı Hristiyanlar "mesih", bâzı Müslümanlar da "mehdi" bekliyor. Tüm bu "beklenenler" için Aliya İzzetbegoviç tam isâbetli bir tespiti vardır: “Mehdi bizim tembelliğimizin adıdır.”
"Birini" bekleme kültürünün temelinde, var olan sorun ya da sorunları çözmek için çalışmak ve gayret etmek yerine, yan gelip yatmak ve çözümü "kurtarıcı" olarak görülen "beklenen"den istemek vardır. Elbette bu kültürün psikolojik alt yapısında da bir çobanın koyun sürüsünü gütmesi gibi “güdülmek” dürtüsü de vardır.
Bu güdülme dürtüsü, mirasyedilikten bile ucuzcu ve sefil bir hayat tarzını ortaya çıkarır. Mirasyediler var olan mirası sorumsuzca yerken, bu "bekleyenler sürüsü", var olmayan bir mirasın getireceği rahatlığın hayâlini kurarlar. Kafalarında yarattıkları “kahraman” çıkıp gelsin, onları kurtarsın, her şeyi güzelleştirsin, kendileri de keyif sürsün isterler.
Seküler mesih ve mehdiler
Fizik boşluk kabul etmez. Pozitivizmin bozuk asansörü ile rafa kaldırılan din ardında büyük bir boşluk bıraktı. Bu boşluğun yerini "dünyevî dinler" ve bu dinlerin ilah ve idolleri doldurdu. Moda, futbol, sinema bu dünyevî dinlerin sâdece bir kaçıdır. Etiketine servet verilen markalar, yıldız futbolcular ve sinemanın aktör ve aktristleri, ilah ve ilâhe olarak modern ve postmodern hayâtın mihrabındaki rollerini oynuyorlar. Bu mihraplara yüz sürenlerin sayısı da gün geçtikçe artıyor.
Firavunların ilahlığı
Eski Mısır’da firavunun firavunluğu ve ilâhlığı babasından geliyordu. Yâni babaları gibi oğullar da "ilah" oluyordu. Dünyâya gözünü açtığı ilk günden itibâren ilah muamelesi gören çocuklar, babalarının yerine geçince, can alıp can veren bir ilâh olduklarını iddia ediyorlardı. Elleri altında bulunan sayısız kölelerin bâzılarını öldürüp bâzılarını da affederek ilâhlıklarını tatmin ediyorlardı. Ama onların ilâhlığını takdis edenler ise Mısırlı rahiplerdi. Hepsi köle olan halkın ise bu ilahlığa itiraz etme hakkı yoktu.
Bu sistemin perde arkasındaki esas sâhipleri olan râhipler, firavunu "ilah balonu" olarak şişiriyordu. Kimisi fazla şişirilmeye dayanamayıp patlıyordu. Ama nasıl olsa arkadan gelen başka balon veliahtlar, pardon(!), veliaht firavunlar vardı. Sistem, kendi ilâhını üretiyor ve kullanıma sürüyordu.
Günümüzde şişirilenler
Eski Mısır târihini masal ya da efsâne gibi okuyabiliriz. Bir bölümü oryantalistlerin kurgusu da olabilir. Ama gözümüzün önünde yaşananlara masal ya da efsâne diyemeyiz. Yazılı ve görsel medyanın yetmediği yerde, sosyal medyanın târihe belge olarak kaydettiği vakalara hepimiz şâhid oluyoruz. Bu şâhitlik, kimimizde kızgınlık oluştururken, kimilerinde memnûniyete sebep oluyor. Şâhit olduklarına memnun olanlar, "bekleyenler kümesi"nin elemanlardır. Zâten onlar inanacakları yalanın uydurulmasını dört gözle bekliyorlar ve bu yalana inanmaya can atıyorlar.
"Benim nâciz vücûdum elbet toprak olacaktır" diyen Atatürk'ü "ilah" hâline getirip Nutuk'a kutsal kitap muamelesi yapanları anlamaya çalışırken, şimdi de karşımıza Ekrem İmamoğlu'nu ilah olarak şişirmeye başlayanlar çıktı. Mustafa Kemâl’in 1919 Samsun’a çıkışını milat kabûl edip İmamoğlu’nun 2019’da İstanbul Büyükşehir Belediye başkanı olmasından yüz yılı bulanlar, "yüz yılda bir gelen kurtarıcı" paylaşımlarında sınır tanımıyorlar. Eski Mısırlı râhipler gibi, kendi ilâhlarını kendileri "takdis" ediyorlar.
İmamoğlu"nun "nâciz vücûdu" ve siyâsî potansiyeli bu kadar şişirilmeyi ne kadar kaldırabilir bilmiyorum? Şişirenlerin böyle bir endişesi olduğunu da zannetmiyorum. Altı ayda var edilen İmamoğlu, fazla şişirilip patlarsa, memlekette takdis edilmek için sıra bekleyen nice "veliahtlar" var.
“Bekleyenler kümesi”nin elemanları lafa gelince “asker” falan olduklarını söylemekten çekinmiyorlar ama “birisi”ni beklemekten başka yaptıkları iş olmadığı için “gönüllü etkisiz eleman” oldukları her geçen gün daha da belli oluyor. Bu gönüllü etkisiz elemanlar, kıllarını kıpırdatmadan, ekmek elden su gölden yaşayıp, ne vatan ve memleket için, ne dünya ve insanlık için taş üstüne bir çakıl taşı bile koymaya üşendikleri için, her şeyi annesinden bekleyen “şımarık çocuk” gibidirler. Ağızlarından düşürmedikleri “devlet bir şey yapsın” lafının kişisel seviyedeki ifâdesi olan “beklenen kişi” konusunda umutları azalınca “sarı saçlı mâvi gözlü” olmasından tâviz verip “olana râzı” olurlar. Onu da hayattayken “bâdem gözlü ve sırma saçlı” diye bağırlarına basarlar. Zira seçme lüksleri yoktur. Ama ellerindeki lüksten vazgeçmezler. Tatillerinden, her yıl yeniledikleri arabalarından, yurtdışı seyahatlerinden, altı ayda bir yeniledikleri telefonlarından, limiti bol basamaklı kredi kartlarından zerre kadar tâviz vermek istemezler.
“Beklenen” gelince onu kaybetmemek için hemen takdis edip kutsallaştırırlar. Kutsallaştırmak için her türlü matematiksel işlem yapıp “100 yıl” sonucuna ulaşırlar. İşlerine gelince, rafa kaldırılan kutsal değerleri indirip tozlu tozlu piyasaya sürerler. Tıpkı Eski Mısır’daki râhiplerin sistemin devâmını sağlamaları gibi, tek dertleri kendi sistemlerinin çarklarının dönmesidir. Sistemi işlemesinde her hangi bir aksaklık olup da “beklenen” bekleneni vermezse, tekfir etmek için bir sâniye tereddüt etmez ve çarkın dişlileri arasında ezip yok ederler. Attila İlhân’dan mülhem şunu diyebiliriz, bu millet kimleri gördü; zâten yoktular!