Şiilik bir muhalefet ideolojisi idi dedik…
Pazartesi günkü yazımda Şiiliğin bir muhalefet ideolojisi çerçevesinde oluştuğunu belirtmiştim. İlk önce İslâm öncesinden kalan bir aile rekabeti daha sonra Hazreti Ali’nin hilâfeti etrafında siyasi bir taraftarlığa dönüşmüştü. Genişleyen İslam toplumu içerisinde hâkim Emevi saltanatına ve onun Arap üstünlüğünü dayatan politikalarına karşı Ehl-i Beyt taraftarlığı Arap olmayan Müslümanları da (çoğunluğu İranlı olan Mevaliler) içermeye başlamıştı. Bu anlamda Kûfe Ehl-i Beyt taraftarlığının merkezi konumuna gelmişti. Tam bu noktada Kûfe’lilerin talebine aldanan Hazret-i Hüseyin Efendimiz Kûfe’ye giderken Kerbelâ’da şehit edildi. Bu son olay Şiiliğin travmatik bir şekilde itikadi bir mezhebe dönüşmesine yol açtı.
Şiilik bir muhalefet ideolojisi idi dedik… Muhalif olmanın en büyük özelliği Şiilerin kurumlar etrafında değil ama kimi zaman gizli kimi zaman da açık bir şekilde din adamları etrafında örgütlenmesine yol açtı. Kurumsal bir örgütlenme yerine din adamları hiyerarşisini yerleştiren Şiilik, kendi karşısında her daim kurulu devlet düzenini buldu… Onlar kurulu devlet düzenine (Emevi ve Abbasi yönetimleri sonrasında da Türk Hanedanlıklarının yönetimindeki imparatorluklar) karşı oldukça, kurulu devlet düzeni de onları bir tehdit olarak kabul etti. Pekiyi kimdi bu kurulu devlet düzenine taraftar olanlar? İşte bugün onların hikâyesini anlatacağım.
SÜNNİ MEZHEPLER NASIL ORTAYA ÇIKTI VE NEYE DÖNÜŞTÜ?
İslâmi literatürde Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat olarak adlandırılan ve Müslümanların çoğunluğunu içeren ekol belli başlı olarak dört ameli (Hanefî, Şafiî, Malikî ve Hanbelî) ve iki itikadi (Eş’ârî ve Mâturidî) mezhebe ayrılır. Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat ismi sonradan Selçuklular Döneminde kavramsallaşmıştır. Bundan öncesinde ise bu mezhep mensupları arasında düşünsel anlaşmazlıklar ve çatışmalar gerçekleşmişti.
Adını verdiğim dört amelî mezhep, aslında, dünyevî sebeplerle ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda Sünni mezheplerin ortaya çıkış nedenlerini şöyle açıklayabiliriz: Dört Halife dönemi ve Emevi Saltanatı döneminde bugün bildiğimiz anlamda veya o günkü muadili olan Bizans ve Sasani devletlerine nispetle kurulu bir devlet düzeni, yazılı hukuk ve kurumsallaşmış idare teşkilâtı bulunmamaktaydı. Yani ortada askeri düzeni ve polis gücüyle “devletimsi” bir şey vardı ama yazılı hukuk ve yerleşik kurumsal bir yapı yoktu. Özellikle Emeviler döneminde devlet Emevi sülâlesinin ortak mülkü olarak addedilmekte, dışarıya olduğu kadar kendi içlerinde entrikalar ve siyasi dolaplar çevrilmekteydi. Bu durum Emeviler sonrasında da Abbasiler döneminin başında da devam etti. Düşünün, İspanya’dan Hindistan’a, Kafkasya’dan Sudan’a uzanan bir imparatorluk var ama ortak bir hukuk düzeni yok. Ticaretin kuralları belli değil. İşte bu şartlar altında bazı önemli âlimler İmparatorluğun yönetiminde kullanılabilecek ve Kur’an ve Sünnet’e aykırı olmayacak bir hukuk sistemi üretmeye çalıştılar. Bunların ilki İmâm-ı Âzam Ebû Hanife’dir. Onu diğer mezhep imamları takip eder. Bu mezhep imamlarının çabasıyla bugün bildiğimiz İslâm Hukuku olan Fıkıh ilmi doğmuştur.
İmâm-ı Âzam Ebû Hanife Emevi döneminin sonu ve Abbasi döneminin başında yaşamıştır. Kendisi muhalif bir duruşa, hukukta hüküm çıkarırken Kur’an ve Sünnet kadar akıl yürütmeye (rey) ve kamu yararına önem veren, bireysel özgürlüğe ve yönetimlerin seçimle gelmesine taraftar olan, yargı bağımsızlığını savunan ve zalim hükümete halkın isyanını meşru gören bir hukukçuydu. Takipçileri olan İmam-ı Ebû Yusuf ve İmam-ı Muhammed zamanın yönetimleriyle daha uzlaşmacı ve daha pragmatik hükümler vermişlerdi.
Dört Sünni mezhep pratikte ne getirdi? Yüzyıllar içinde oluşan içtihat toplamları günlük ibadetlerden çok ceza hukuku, medeni hukuk, borçlar ve ticaret hukuku hükümlerinden oluşmaktaydı… Pekiyi bu hükümlerin içerisinde İdare hukuku ve Kamu Hukuku var mıydı? Hayır, yoktu. Bugün dört mezhebin hukuk kitaplarına bakarsanız, devletin teşkilatlanma ilkeleri ve devlet ve halkın karşılıklı görev ve yükümlülükleri hakkında çok az şey görürsünüz. Özellikle Ebu Hanife’nin çok önem verdiği yöneticinin halk oyuyla seçilme ilkesini hiçbir yerde göremezsiniz. Çünkü bu hukuk düzeni oluşmadan önce tek adam saltanatına dayalı despot rejimler yerleşik hale gelmişti. Bu rejimlerin ihtiyacı olan da halkı belli bir kalıba sokan ve kontrol eden bir hukuk düzeniydi. Bu hukuk düzeni yönetimi hiçbir şekilde kontrol etmeyen, yönetime kural koymayan ve idari yapısını belirtmeyen bir hukuk düzeniydi. Bu işler Sultan ve Halifenin keyfi kararlarına bırakılmıştı. Sonuç şuydu: iktidarı destekleyen, iktidarın meşruiyetini sağlayan ve iktidarın güdümünde olan bir din anlayışı…
EHL-İ SÜNNET VE’L CEMAAT KAVRAMI NASIL ORTAYA ÇIKTI?
Emevî döneminin tamamında Arapların ve Mevalinin İslam anlayışı arasında ciddi farklar oluşmuştu. Bir tarafta Kûfe ekolü, Şiiliğe bulaşmayan Ehl-i Beyt taraftarlığı, Arap örfüne değil akla ve zamanın şartlarına dayalı bir toplum sistemi öngörürken, kendisi de Mevaliden olan İmâm-ı Âzam Ebû Hanife bu ekolün en önemli temsilcisi konumundaydı. Bu ekole, o zamanlar, Ehl-i Rey denmekteydi ve bunun tarihsel gelişimi zaman içinde Hanefilik şeklini almıştı. Diğer tarafta Arapların İslam anlayışı ise Medine ekolünde temsil edilmekteydi. Bu ekol ana ilkeler olarak Kur’an ve Sünnet’in zahiri/lafzi yorumu, hüküm vermede kamu yararı ve akıl yürütmenin dışlanması (ya da en aza indirilmesi), Kureyş kabilesinin üstünlüğü ve Arap örfünün bir dini delil olarak kabulüne dayanmaktaydı. Bunlar kendilerini Ehl-i Selef veya Ehl-i Sünnet olarak tanımlamaktaydılar: Şâfiilik, Hanbelilik ve Malikilik. Doğal olarak bu üç mezhep kendilerini kavramsal olarak Ehl-i Rey’in, yani Hanefiliğin karşısında konumlandırmıştı. Bu anlamda Hanefilik Ehl-i Rey kabul edilip Ehl-i Sünnet’ten dışlanmaktaydı.
Abbasilerin imparatorluk hukuku oluşturmasında Hanefiliğin büyük payı vardır. Halife Harun-ür Reşit döneminde imparatorluğun Başkadısı olan İmâm-ı Ebû Yusuf’un Halifeye yazdığı bir öğütle başlayan kitabı Kitab-ül Haraç uzun yıllar Abbasilerin anayasası konumunda kaldı. İmparatorluğun yönetimi için akıl yürütmeye önem veren Hanefilik daha uygun bir hukuk ekolü olarak ortaya çıkmaktaydı ancak siyaseten imparatorlukla uzlaşının olabilmesi için belli konularda taviz verilmesi gerekiyordu. İmâm-ı Ebû Yusuf’un pragmatik tavrıyla bu iş kotarıldı: Halifeliğin soydan geçmesinin kabulü ve yönetimlerin seçimle belirlenmesi ilkesinden vazgeçilmesi, iktidarın mutlak otoritesinin kabulü ve bunu bir temel inanç dogması haline getirilmesi (ulû-l emre itaat) ve halkın iktidarı denetlemesinin bir tarafa bırakılması… Bunun karşılığında Hanefilik de Ehl-i Sünnet içinde kabul edilmeye başlanır…
Abbasilerin sonlarına doğru Şiî İsmailî Fatimîler Mısır ve Suriye’de ve yine Şiî İsmailî Büveyhîler İran ve Horasan’da kurulmuştu. Bu devletler Abbasi iktidarı üzerinde ciddi bir Şiî tehdidine yol açmaktaydı. Devlet gücü gitgide azalan Abbasilerde hâkim ticaret oligarşisinin ve siyasetin üst düzeyinin yegâne kaygısı Şii tehdidine karşı bir ittifak oluşturmak haline gelmişti. İşte, o dönemde yeni bir güç olarak yükselen Selçuklular Abbasiler ve hâkim oligarşi için bir kurtuluş olarak görüldü. Artık bütün İran ve Orta Doğu üç büyük kudretli Selçuklu Hükümdarının koruması ve yönetimi altına girmişti: Tuğrul Bey, Sultan Alparslan ve Sultan Melikşah. İşte bu konjonktürde, bugün bildiğimiz anlamıyla Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat Selçuklu devlet politikası tarafından kavramsallaştırıldı.
Bir tarafta halk yığınlarına etki edebilen ihtilâlci Şiî propagandası, bir tarafta Fatımî ve Büveyhî yöneticileri, öbür tarafta da her biri farklı gerekçelere dayanarak farklı bakış açıları geliştiren ama Şiî olmayan hukuk ve felsefe ekolleri. Özünde bir askeri bir devlet olan Selçuklular için devlet nizamı ve kamu düzeninin sağlanması için yapılacak olan şey açıktı: Devletin güdümünde bir medreseler sistemi oluşturulması, o güne kadar oluşan ve Şiî olmayan hukuk ekollerinin tek çatı altında birleştirilmesi, bu ekoller arasında farklılıkların en aza indirilmesi, Şiî olmayan bütün unsurların tek bir cemaat haline dönüştürülmesi. Bu toplumsal ve dini düzenleme için de uygun koşullar Sultan Alparslan’dan sonra ortaya çıktı: Sultan Melikşah, Veziri Nizâmülmülk ve Huccet-ül İslâm İmam-ı Gazalî dönemi… Dört Şiî olmayan mezhep Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat adı altında bir araya getirildi. Aralarındaki tartışmalar minimum düzeye indirildi. Bunda dünya tarihinin ilk YÖK Başkanı olan İmâm-ı Gazalî’nin de payı büyüktür. Nizamülmülk’ün ismini alan Nizamiye Medreseleri, aslında Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat’in doktriner yapısının oluşturulmasında Şiî karşıtı bir siyasi düşünce üretilmesinde çok etkili olmuşlardır. Bu dönemde Selçuklu Devlet sistemi Ortodoks Bizans din-siyaset ilişkisi, yani dinin Hükümdar’ın yönetiminde olduğu bir din siyaset ilişkisi geliştirdi. Buna İran bürokrasisi ve Türk ordusunun da eklenmesiyle yeni rejim oluşmuştu. Bu rejimde din Hükümdarın ve siyasi otoritenin güdümündeydi ve aynı zamanda onları da kutsamaktaydı. Hâliyle din ve tarih kitaplarında Emevi zulmü de sümen altı edildi, sahabeler arasındaki çatışma ve mücadeleler hakkında konuşulması ve yazılması engellendi. Son olarak din ve hukukta yeni fikirlerin üretilmesi İmam-ı Gazali marifetiyle içtihat kapısı kapatılarak yasaklandı. Bu ise Ebu Hanife’nin temel ilkelerinin ve Hanefiliğin köküne kibrit suyu ekmek anlamına geliyordu.
O günden bugüne bu Sünni ortodoksi sorgulanmadı. Gerek Osmanlı hakimiyetinde gerekse günümüz Müslüman devlet yönetimlerinde bu tarz bir yönetim anlayışı iktidarların da işine geldi: Devlete itaat, hükümete biat ve iktidarın sorgulanmaması…
Pekiyi Şiilik iktidar olduğunda ne oldu? O da Pazartesi’ye inşallah.