Son dönemde ülkece içimizi dağlayan, bi’ ümitlenip bi’ dünyamızın başımıza yıkıldığı öyle olaylara şahit olduk ki; ben artık haberlerini görmeye, bu çocukların başına gelenleri duymaya dayanamaz bir hale geldim.

Leyla, Narin, Sıla… Ve ‘hepsi bizim yavrumuz’ dediğimiz onlarca çocuk…

Bu konuları burada da konuşmak, bu yavruların isimlerini anarak üzerlerinden bir köşe yazısı çıkartmak niyetinde asla değilim. Benim derdim bu olayları yeniden harlamak değil, bütün bu umut süreci ve ardından gerçekleşen dava sürecini bir ‘gazeteci’ olarak, basının ve medya kuruluşlarının nasıl ele aldığı… Reyting, izlenme ve maddiyata giden yolda nelerin mübah kılındığına çok şahit oldum. Etik, ahlak, habercilik değerlerinin nasıl iki paralık edildiğini gözlerimle gördüm.

Birçok zaman, bu dünyanın da işleyişi böyle, deyip sustum; hiçbir işimi kâr ya da çıkar uğruna alacalı bulacalı hale getirip kamuoyuna sunmadım. Çünkü bana böyle öğretildi, çünkü ben uzun yıllardır içinde bulunduğum medyayı asla bir oyun havuzu olarak görmedim. Bütün bunları sitemimin alt zeminini daha net görebilin diye anlatıyorum aslında sadece, derdim en iyisi benim demek de, üstten bakıp ayıplamak da değil takdir edersiniz ki. Ancak insanların nasıl acımasız, nasıl da para odaklı olduğuna şahit olacağımı son düşündüğüm yerdi; bir çocuğa mezar olan hadiseler bütünü...

1 yıldır yazdığım ve sizinle paylaştığım bu köşede vizyonu, beyaz perdeyi eleştirirken dilimin kemiğine ne kadar sahip çıkabildiğimi gördüğünüzü umuyorum. Evet, eleştiriyorum çünkü kamuoyuna hasılat yapsın diye film çekilmesine karşı çıkıyorum. Evet akşamları izlediğimiz o dizilere acımasızca kızıyorum çünkü artık öfkeyle kalkıp zararla oturan bir topluma dönüştük; buna sanatla ve sanatın incelikleriyle ön ayak olan herkesi eleştirmeyi hak biliyorum.

Eleştirdiğim tüm o prime time ve dijital platformların yanı sıra sabah kuşaklarına değinmekten imtina ile kaçıyordum; bugüne kadar. Karısını, para karşılığı aldattığı kadınla televizyona çıkıp karısından özür dileyen, sonra karısı kabul etmeyince jigololuğunu yaptığı kadınla bir yuva kurmaya çalışan adamı izlediniz dimi? Aman dizilerde şunu yapmasınlar, aman Netflix’te bunu görmeyelim, aman bu dijital platform dizileri de abartıyor diye diye hepsini acı birer gerçeğe dönüştürmüşüz. Belki bir senaristin kaleminden çıksa yarıda kesip izlemeyi bırakacağımız senaryolar Anadolu’nun, bilhassa ‘aman edep’ diyenlerin günlük rutinleri olmuş. Görmekten yana döne kaçtıklarımız, meğer yaşanıyormuş da ayıplanan yine bizler oluyormuşuz...

Aslında bugün ettiğim tüm bu sitemler ne sabah kuşaklarına ne dijital işlere... Benim canımı acıtan, Narin’in davasını birer pembe dizi haline getiren tüm o öğle kuşağı programları. Size isim vermeden anlatayım derdimin kiminle olduğunu; hani o logosunda gökkuşağı renklerini sırayla gördüğümüz kanalda, kendini ‘arslan’ sanan bir sunucumuz var ya; işte tam da onunla derdim. Bu yazıyı hakkıyla yazabilmek için 2-3 gün boyunca izledim programını.

Narin’in babasına istemediği halde zorla mikrofon uzattırarak mağdur ettiği çalışma arkadaşı Büşra’ya ayrı üzüldüm, küçük bir çocuğun davasını canlı yayında bağıra bağıra reytinge dönüştürmeye çalışan ve kendini ‘haberci’ sanan, ismini anmak dahi istemediğim sunucuya ayrı üzüldüm.

Canlı yayında insanlara zorla mikrofon uzatmak, bağıra bağıra ‘katil kim?’ sorusunu göz altına bile alınmayan masum insanlara diretip polisçilik oynamak, hatta yetmeyince İstanbul’daki o sıcak stüdyonun içinden, bölgedeki muhabir arkadaşını kendine kalkan yaparak hakim, savcı (..) bütün meslekleri hiç saymak, üstelik en acısı da bir muhabire göz göze mobbing yapıp ‘oldumculuk’ taslamak... Bize okulda bunlar öğretilmedi. Ben bu zihniyetin rahatça reyting alabildiği bir ülkede ‘basın mensubuyum’ demek için emek vermedim onca yıl… Ama bakın da görün ki, bu zihniyeti meşrulaştıran yine ben değilim, sizsiniz. Her topal satıcının bir kör alıcısı olur derdi anneannem; görüyorum ki bu ülkede gerçekten her didemin de bir izleyeni oluyor.