9-11 Eylül tarihleri arasında yapılan Türk Dünyası Ortak Alfabe Komisyonu'nun 3. toplantısında uzlaşılan ortak karar esasında Ortak Türk Alfabesi önerisiyle artık alfabemiz 29 değil 34 harften oluşacak.
Eminim bu haberi bu hafta içinde hem haber sitelerinde hem de sosyal mecralarda görmüşsünüzdür. Dilimize eklenen 5 yeni harfin dışında, ki aslında 3’ünü (q, w, x) hali hazırda kullanıyoruz, bizim için çok bir farklılık söz konusu olmayacak gibi duruyor. Ancak asıl farklılık, dilimizin naifliği noktasındaki söz konusu olacak olan değişimle yaşanacak gibi görünüyor.
Mevcutta kullandığımız 29 harften oluşan ve Latin alfabesi baz alınarak oluşturulan alfabemiz; İstanbul Türkçesi esas alınarak hazırlanmış bir alfabe. İnce nüansları, okumada ve telaffuzda ayrı bir zarafete sahip. Çok köklü bir imparatorluğun dilinin harflere dökümünden oluşan bu alfabeye eklenen nazal n ve ters e’nin etkisini hem okumalarda hem de yazımda, Türkçe’nin dil kurallarında farklılıklar yaratacağı da öngörülebilir. Şapkalı a’yı kullanamıyorken, ters e’yi kullanmak, dilimize ne kadar denk düşecek onu da hep beraber deneyimleyeceğiz diye düşünüyorum…
Ancak tüm bunların yanı sıra tüm üye ülkelerin ortak alfabeye geçiş yapmasıyla, yani Kiril Alfabesi kullanan devletlerin Latin Alfabesine geçiş yapmasıyla, tüm Türki Devletleri arasındaki iletişimin kolaylaşacağını, yakınlığın daha rahat sağlanacağını düşününce sembolik bir karar olduğunu da inkar etmemekte fayda var.
96’LIK EŞKIYA Benim için Türk sinemasının en güzel açılış ve kapanış sahnelerine sahip filmlerinden biri olan ve Şener Şen ile Uğur Yücel ikilisinin efsaneleştirdiği Eşkıya filmini beyaz perdede izlemek inanılmaz bir keyifti. Yavuz Turgul’un hem senaristliğini hem de yönetmenliği üstlendiği film, bugün bile konusuyla, müzikleriyle tekrar tekrar izlememe rağmen böyle etki bırakabiliyorsa, rahatlıkla söylemeliyim ki döneminin ‘iyi’ filmlerindendir. Lakin şöyle de bir sorun var ki, hem yerli hem yabancı sinemanın ‘eski’ filmlerinin yeniden vizyona giriyor olması, güncel vizyonun ne denli durgun ve asi olduğunun da bir okumasıdır. Sinema bileti almak için gireceğiniz herhangi bir aracı sayfada göreceğiniz filmlerin yarısı eski ve kült diyebileceğimiz filmlerden oluşuyor. ‘Klasikler’ adı altında sinemayı canlandırmak için sığınılan filmlere gelin bir bakalım; Eşkıya, Her Şey Çok Güzel Olacak, Masumiyet&Kader, Volver, Yeraltı, The Skin That I Live In, Kar ve Ayı, Three Colours : Blue&Red,White, Leon, Talk to Her, The Godfather&Godfather 2, Twilight 1,2,3... Şu film sayısına bir bakın, her hafta yeni vizyona giren film sayısından fazla... Bunun sebebi artan bilet fiyatlarını cazip kılmak ve izleyiciyi beyaz perdeye gelmeye teşvik etmek midir yoksa çıkan can sıkıcı filmlerin açığını iyileri yeniden öne sürerek kapatma çabası mıdır? Bu arada çok seveni olduğunu biliyorum, o yüzden hatırlatmam da fayda var, Twilight serisini yeniden beyaz perdede izlemek isteyenler hemen bugün ilk film için bilet alarak yerini ayırmayı unutmasın lütfen. 13-19 Eylül tarihleri arasında arka arkaya 3 filmi de izleme fırsatınız olacak.DÜNYALAR ARASINDA Geçtiğimiz cumartesi İstanbul Modern’deydim. 6 Eylül tarihinde başlayan özel bir sergiyi ziyaret etme amacıyla gitmiş olsam da 2 katta yer alan tüm sergilere tekrar zaman ayırdım. Olafur Eliasson’un Türkiye’deki ilk kişisel sergisi olan ve ışık, şekiller ve algı üzerine tasarlanmış Senin Beklenmedik Karşılaşman sergisinde uzunca vakit geçirdim. Malzemenin, geometrinin ve mekanın eşsiz kullanımıyla sunduğu dünyadan epey etkilendiğimi de itiraf etmem lazım. Türk fotoğrafçılığında önemli bir isim olan Ozan Sağdıç’un “Fotoğrafçının Tanıklığı” seçkisinde ise kendimi her fotoğrafa sanki bir olaya tanıklık ediyormuşum gibi uzunca bakmaktan kendimi alamadım. Ancak asıl gidiş amacım olan Chiharu Shiota’nın Dünyalar Arasında isimli kişisel sergisiydi. Tüm sergi salonunu kırmızı ipliklerle saran sanatçının asıl aktarmak istediği ‘arada kalmışlık’ hissi olsa da (bu hissi İstanbul’un iki kıta arasındaki konumundan esinlenerek seçtiğini de belirtmeliyim) benim içeri girer girmez hissettiğim şey sanki kendi bedenimden içeri sızmışım hissiydi. Baktığım her köşede kan kırmızı ipliklerin arasında sanki başka bir organımı görmüşüm gibi hissettim. İşte orda bir böbreğim var, şurada da kalbim... Üstelik ipliklerin arasına sıkıştırılmış o bavullar... Anılarım, eşyalarımı toplayıp terk ettiğim mekanlar, hepsi sanki bedenimin içinde bir yerde hep yer etmiş gibiydi. Gezdiğim sergi salonu sanki 200 metrekarelik bir alan değil de bedenim kadar dar bir yermiş gibiydi. Aslında hepsi bizimle, hepsi içimizde, ilmekler halinde birbirine dolanmış vaziyette.