"Nefsini bilen rabbini bilir" ifadesindeki benlik bilgisi, idrak ve şuurun açılabileceğini gösterir ki bu da bizi Rabbe götürür.
Ben, Arapçada “ene” demektir. Sahiplenme duygusuna götüren duygudur ben-benlik. Benim köyüm, benim kasabam, benim çocuklarım, benim atım, benim ülkem, benim evim, benim elim, benim ayağım gibi sahiplenmeyi anlatır. Yönetme, yönlendirme, idare etme, çekip çevirme, sahiplenme anlamlarını içinde barındırır. Benim işim, benim tezgâhım, benim aklım, benim şiirim, benim resmim derken başkaları bunu bilsin ister kişi. Sahiplenerek göz dikilmesine, el konulmasına, burada ben de varım anlamında kendine yer açmayı anlatır. İbn-i Arabi’ye göre; “yeryüzünün halifesi peygamberlerdir”. Arzın halifesi olmayı anlatır benlik iddiası. Unutmadan hatırlatmakta yarar vardır. İman sahipleri yani mümin topluluklar bu benim dediğinde kendisine emanet edilen, geçici bir süre için kendisinde mevcut olan anlamında kullanmakta ve asıl sahibin Allah olduğu unutulmamalıdır. Benim çocuklarım, benim silahım, benim arabam derken bile asıl sahip olan, güç ve kudretiyle ikram edenin Allah olduğunu asla hatırdan çıkarmaz, çıkarılmamalıdır. Aksi takdirde kişilik zafiyete uğrar ki, burada benlik zapt edilmez-eğer vurulmaz bir ata benzer, ya kendisini parçalar-yaralar, ya da başkalarına zarar verir.
“Nefsini bilen rabbini bilir” ifadesindeki benlik bilgisi, idrak ve şuurun açılabileceğini gösterir ki bu da bizi Rabbe götürür. Şirkten, vesveseden teslimiyet içindeki iman sahibi kurtulmuştur. Bana bu duyguları veren Allah’tır, dolayısıyla bütün mevcudatı da yoktan var eden odur. Tarlasını süren çiftçi, tohumunu nasıl ekiyorsa, rüzgâr da aşılamayı, polenleri ihtiyacı olan ağaçlara, çiçeklere, bağlara, bahçelere götürmesi aynı şeydir. Sulaması icap ettiğinde nasıl ki arklarla, sulama yöntemleriyle tarlaları, sebzeleri suluyor insan, yağmurun yağmasıyla da aynı işin yapıldığını idrak ederek teslimiyeti, sonsuz güç ve kudret sahibine secde etmesi gerekiyor. Bu bize gözlem yoluyla kıyas etmeyi öğretiyor.
Öğrenilen bilgiyi akıl sahipleri alır, kullanır ve teşekkür eder. Kula teşekkür etmeyen Allaha hiç teşekkür etmez yani şükretmez. Bir an düşünelim; gökyüzüne baktığımızda alabildiğine sonsuzluk duygusu veriyor, imrenerek, iç geçirerek, kudret sahibini hissederek büyüksün Yarabbi diyoruz. Sonsuz hamt ve şükür sana diyoruz. Gökyüzü bu muhteşemliğiyle övünmüyor, benlik iddiasında bulunmuyor. Yeryüzünü doğduğumuz andan itibaren çiğneyip- üzerinde tepinip duruyoruz sesi-gıkı çıkmıyor. Teslimiyet içinde bizlere katlanıyor, ne yaparsak yapalım aldırmıyor. Ay ve yıldızlar, samanyolu aklımızı alıyor. Güneş her gün yeniden ve yeniden doğuyor. Hiç başımıza kakmıyor, gururlanıp, kibirlenip doğmayacağım bir daha demiyor. Emre itaat ederek melekler gibi emredileni yapıyor, boyun eğiyor. İnsan dışındaki bütün mahlûkat ve mevcudat kendisine emredileni salise salise yerine getiriyor. Ne bir eksiklik yapıyor ne bir fazlalık. Bunu düşünmek icap ediyor elbette. Tıpkı arılar, kelebekler, karıncalar, örümcekler gibi. Her birisi kendine düşen ödevin dışında hiçbir şeye müdahale etmiyor. Kendi işini, nasıl emredilmiş öyle yapıyor. İmrenilecek düzeyde bal arısı, balını derleyip toparlıyor ve bizlere hazır hale getiriyor. Yeryüzünün en kutlu, en şifalı yiyeceklerinden balı bizlere hazırlıyor. Hiç bunu ben yaptım diyerek kapımızı çalmıyor, gururlanıp kibre kapılmıyor. Ben çok yoruldum bir daha sizlere bal yapmayacağım demiyor. İnsanoğlu benliğini böylesine eğitip, uslandırıp, gururu, kibri ayağının altına alıp benlik davasından vaz geçerek güç ve kudret sahibi olana kulluk yapmaya, gözyaşları içinde şükretmeye ulaşmalıdır. Hiçbir bülbülün ya da horozun sesiyle övündüğünü duyan var mı? Yoktur elbette. Çünkü onlar emre itaat ediyorlar. Bülbül o güzel nağmelerinden dolayı nasıl övünmüyorsa, gururlanmıyorsa biz insanların da yapıp ettiklerimizden, bulup buluşturduklarımızdan dolayı boyun eğip, Rabbimizin verdiği nimetlere sonsuz teşekkür etmeye mecburuz. Denilebilir ki onlara benlik duygusu-iddiası verilmemiştir. Doğrudur, lakin insana verilen akılla, her şeyin emrine verildiğini bilerek hareket etmesi, ona göre kul olması icap ediyor. Bakınız İsra suresi 37. ayette şöyle buyuruluyor; “Yeryüzünde böbürlenerek yürüme-dolaşma. Çünkü sen (ağırlık ve azametinle) ne yeri yarabilir ne de dağlarla ululuk yarışına girebilirsin.” Ayetin üzerinde durmaya ihtiyaç görmüyorum. Çünkü apaçık bir şekilde ayet bizleri uyarıyor. Ne malın, mülkün, ne zenginliğin, ne güzelliğin, yakışıklılığın, ne de mevki ve makam sahibi olmanın bir anlamı yoktur Allah’ın yanında. Arzda dolaşırken yaratılmış bir varlık olduğunu aklından çıkarmayasın ey insanoğlu anlamına geliyor. Paşa olsan, Başbakan olsan, Cumhurbaşkanı olsan, işçi, memur olsan değişmiyor. Kadın olsan, erkek olsan, genç kız olsan, delikanlı olsan, çocuk olsan değişmiyor. Musalla taşına getirildiğinde hatun kişi niyetine ya da er kişi niyetine diyerek niyet edilip dua niyetiyle cenaze namazın kılınıyor.
Ölmeden önce ölmek, nefsi adam etmektir. Nefsin terbiyesi Kuran ahlakıyla ahlaklanmakla olur. Zikir ve ibadetlerle sağlanabilir. Vahyi doğru anlamakla mümkündür. Allah Resulünü lafla değil onun bizlere emanet olarak bıraktığı Kuran ve sünnetini yaşamakla elde edilebilir. Gururdan, kibirden arınmakla ulaşılabilir.
TDK'ya göre benlik kelimesi: “Bir kimsenin öz varlığı, kişiliği, onu kendisi yapan şey, kendilik, şahsiyet. Kendi kişiliğine önem verme, kişiliğini üstün görme, kibir, gurur” anlamlarına geliyor. Benlik, levh-i mahfuzda ilim, irfan ve hikmet sahibi iblisin, iblislik yapmasıyla “ben Âdemden daha üstünüm, çünkü ben ateşten o topraktan yaratıldı, ben bütün ilimlerle, bilgilerle donatıldım o bilgisiz ilimsiz yaratıldı” demesiyle başlar. Dolayısıyla benlik iddiası tehlikeli bir iddiadır. Tevhidi ifadeyle “Lailahe illallah Muhammedün Rasulüllah” benliği yok ederek hamt ve şükür makamına mümini ulaştırarak tevazu elbisesini giydirir. Aksi takdirde benlik iddiası, Rabbe verilmiş iman ve itaat edeceğiz sözüne muhalefet etmektir. Ahdinden dönmektir. İman ehline “ahitlerinizde durun” buyuruldu. İsra 34. ayette aynen şöyle ifade ediliyor; “Rüştüne erişinceye kadar, yetimin malına ancak en güzel şekilde yaklaşın, verdiğiniz sözü de yerine getirin. Çünkü söz (veren sözünden) sorumludur.” Bazı ayetler vardır ki izahata gerek duyulmaz. Yukardaki ayet apaçık anlaşır ayetlerdendir. Gözü olana gün, kulağı olana ses, gönlü olana his verilmiştir. Aslolan, görebilmek, duyabilmek ve hissedebilmektir.
Her şeyi batı penceresinden bakarak felsefecilerin zehirli suyuna sapmayalım ki saplanıp kalmayalım. Bu cümle felsefeyi, felsefecileri yok saydığımız anlamında ele alınmamalıdır. Bu konu uzun bir faslı gerektirmektedir. Yine de felsefe çetrefilli bir alandır. Nefsin tatmin edilmesinden ziyade kendini vasıflandırma gayreti söz konusudur ki tehlikelidir. Tefekkür ise müminler için emir niteliğindedir. İmamı Gazali “Tehafütül Felasife”sinde; kendi felsefesini-iddiasını yerleştirebilmenin yolu iddia sahiplerinin yanılgılarını ortaya koyarak, yanlış ve saptıkları konulara dikkat çekmek suretiyle, itiraz edilmesi gereken konulara itiraz şerhleri düşerek kendi bakış açısını ve iddiasını aktarmıştır. Daha net bir ifadeyle kendi felsefesinin unsurlarını madde madde ele almıştır. Hüccetül İslam olarak kabul edilen Gazali, kendisinden sonra gelenlere yolu açmıştır. Tefekkürün-düşünmenin faziletine işaret etmiştir. Zikir, kalbi mutmain kılar, gönlü ve aklı uslandırır. Kelimelerden damlayan zehir, iksir ve sır; kimi zaman şifa, kimi zaman beladır. Yine de tehlikeden azade değiliz. Ben ya da benlik duygusu, asla eritilip yok edilemez. Uslandırılabilir. Terbiye edilebilir, itaat altına alınabilir. Aksi takdirde gaflette bulunulduğu ilk celsede insanı uçurumdan aşağıya yuvarlar, kepi adama ters giydirir. Uyanık olmak, aklı kullanmak insana verilmiş en büyük ikramdır. Nefsi adam etmek acziyetini-yaratılmış olduğunu kabul etmektir. Yunus Emre ne güzel ifade etmiş:
“Beni bende demen, ben de değilim
Bir ben vardır bende, benden içeru
Süleyman kuşdilin bilir dediler
Süleyman var, Süleyman'dan içeru”.