Uzun bir dönem boyunca (ilk gençliğim) Necip Fazıl'ın Büyük Doğu külliyatını hatmettim.
Özellikle Müslümanlar arasında çok tartışılan Hz. Ali ve Muaviye çekişmesine dair Necip Fazıl’ın savunduğu şu görüş aklımdan çıkmadı: “Hz. Ali haklıydı ama Hz. Muaviye haksız değildi.” Buradaki gözle görülür çelişki aklımın bir köşesinde yer etti. Yine de bu işleri “iman meselesi” olarak gördüğüm için “Vardır büyüklerin bir bildiği!”, diyordum. Ancak o zaman kafamı bulandıran temel noktanın bugün baktığımda çok açık olduğunu söylemeliyim: Siyasi ve tarihi olguları imana dair meselelerle karıştırmamalıyız. Bu olguları ayırdığımızda şu net olarak görülmektedir: Hz. Ali Efendimiz İslam’ın en saf halinde nasıl yaşanması gerektiğini en iyi bilenlerden olup ilkeleri ve erdemi uğruna yaşayan ahlaklı bir bireydi. Buna rağmen kötü bir siyasetçi ve yanlış kararlar alan bir yönetici idi. Muaviye ise görünüşte dinin kurallarına riayet etmekle birlikte İslam’ın ahlaki prensiplerine uzak, kabileci, entrikacı ve Cahiliyye dönemi adetlerini dinin içine sokan biri idi. Dünyevi meselelerde ise çok akıllı bir siyasetçi ve bütün Arapları birleştiren bir devlet adam idi. Dini olguları tarihsel ve siyasi olgulardan arındırdığımızda kafamızdaki çelişkiler de ortadan kalkacaktır. Bu iki farklı karakteri kendi aile geçmişlerine bakarak değerlendirebiliriz.
İlk Emevi Meliki Muaviye, Hz. Peygamberin ölümüne üç sene kala Müslüman olmuş, babası müşrik kodamanlarından Ebu Süfyan olan, Kureyş’in en soylu ailelerinden birine mensup bir aristokrattı. Emevi ailesinin en büyük emeli iktidardı, Cahiliyye döneminde de Mekke’nin yönetici elitini oluştururlardı. Peygamberimiz’in mensup olduğu Haşimiler ise Mekke’nin dini elitleriydi ve çok itibarlı bir aileydi. Deyim yerindeyse bir Emevi dünyayı yönetmek için yetişirken, bir Haşimi gönülleri fethetmek için büyütülüyordu. Bunun istisnaları olabilir; çok kötü ve öngörüsüz bir yönetici olan Emevi ailesinden Hz. Osman ile ailesinin dini önderliği ile hiç alakası olmayan kadın satıcısı ve tefeci Haşimi ailesinden Ebu Leheb gibi.
Hz. Ali hikmeti elde etmek için yetiştirilmiş, bunun için en uygun yerde, yani Peygamberin dizinin dibinde büyümüş, vahyin en iyi müfessirlerinden, cevval bir savaşçı idi. Bugün bile köylerde Hz Ali Efendimizin ilmi ve kahramanlığını anlatan kitaplar okunmaktadır. Hz. Ebu Bekir için söylenen onun için de geçerlidir: “Ne o dünyayı sevdi, ne de dünya onu!” İnsan boşuna “ilim şehrinin kapısı” olarak anılmaz, öyle değil mi? Öte yandan Muaviye için tam tersi geçerlidir: “Hem o dünyayı sevdi, hem de dünya onu!”. Tam da, Bedir Savaşı’ndan kervanını alıp kaçarken kendine “Senin şerefin nerede?” diye soran kayınbiraderine “Benim şerefim develerimin sırtında!” yanıtını veren Ebu Süfyan’ın oğluna yaraşır bir nitelik. Hz. Ali benzeri yöneticiler dünyanın gerçekleri karşısında dava ve ilkelerinden dönmezler; her daim kılıç gibi dimdik dururlar. Ancak bu farklı beklenti ve çıkarları olan toplumsal grupları idare etme için her zaman yeterli bir vasıf olmayabilir. Tarih onları övgüyle anar, ancak kendi çağlarında çoğunluğun desteğini her zaman bulamazlar. Öte yandan Muaviye gibi yöneticiler çıkar grupları ile pazarlık yapar, gerekirse taviz verir taviz alır. O yetmezse adam satın alır, kitleleri yönlendirecek sloganlarla propaganda yapar. Bu da işe yaramazsa güç kullanırlar. Bunları yaparken de hiçbir ahlaki kural tanımazlar. Tarih onları övgüyle anmasa bile, kendi dönemlerinde çıkar gruplarının desteğini alırlar.
Kapitalizmin hakim olduğu modern dünyamızda, ilkeleriyle siyaset yapmak, doğrularından taviz vermemek eskiye nazaran çok daha zordur. Bugün çıkar grupları eskiye nazaran daha bilinçli ve daha örgütlüdür. İnsanlar, 1400 sene önceye göre daha dünyevi ve menfaatperesttir. Herkesi aynı anda memnun edebilmek de, bugün, belki Muaviye’nin bile altından kalkamayacağı kadar zordur. Hele bizim gibi demokrasi ile idare edilen ülkelerde, her uygulanan politika birilerini sevindirirken diğerini kızdırmaktadır. Eğer siyaset kurumu, toplumu yönlendiren kişiler olarak daha birleştirici ve yapıcı örnekler sergilemezse, memnun ve gayr-ı memnunlardan oluşan kitleler birbirini düşman görmeğe başlar. Bu öyle bir hal alır ki, bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu durum gibi emperyalist bir saldırı karşısında bile milletin birliğinin yanında yer almayan gruplar çıkabilir.
Bu tehlikenin bertaraf edilmesi için açık ve şeffaf kuralların konulduğu, denetlenebilir bir devlet örgütlenmesine ihtiyaç vardır. Partilerin birbirine karşı belli bir nezaket ölçüsünde davranmaları, milli meselelerde birlikte hareket etmeleri yaşamsal öneme sahiptir. Bunun yanında, siyaset kurumu kadar yazılı ve görsel medya ile akademik dünyanın da ortak milli değerler etrafında bir araya gelmesi gerekir. O zaman, işte, Hz. Ali gibi yöneticilerin siyaseten başarılı olabileceği bir iklim doğar.