Geçen hafta Yusuf Dinç ve bu hafta da Cemil Ertem Türk bankacılık sistemindeki eksik rekabet olgusuna değindiler.
Bugün ben de bu konuda kendi görüşlerimi sunmak istiyorum.
Eksik rekabet bir piyasada az sayıda satıcı ve/veya az sayıda alıcının olduğu durumu gösterir. Rekabetin en büyük etkisi fiyatlar üzerindedir ve ideal durum olan tam rekabet piyasasında çok sayıda alıcı ve çok sayıda satıcının bulunduğu ortamda fiyatlar birim üretim artı ulaştırma maliyetlerine – muhasebe değerleri açısından- çok yakın bir düzeye iner. Eğer bir piyasada az sayıda satıcı ve çok sayıda alıcı bulunuyorsa, firmalar arası ürün ve teknoloji farkları yoksa bu piyasa oligopol piyasası olarak adlandırılır. Oligopol piyasasında firmalar arası rekabete göre fiyat farklı seyir izler. Eğer firmalar “miktar rekabetine” girerse, piyasayı ve dolayısıyla müşterileri kendi aralarında bölüşürler ve fiyat birim üretim artı ulaştırma maliyetinin çok üstünde bir düzeyde belirlenir. Eğer firmalar “fiyat rekabetine” girerse, o takdirde fiyat birim üretim artı ulaştırma maliyetine çok yakın bir düzeye iner. Yine bir piyasada çok sayıda satıcı ve az sayıda alıcı bulunuyorsa, firmalar arası ürün ve teknoloji farkları yoksa bu piyasa oligopson piyasası olarak adlandırılır. Oligopson piyasasında da alıcı firmalar arası rekabete göre fiyat farklı seyir izler. Eğer alıcı firmalar “miktar rekabetine” girerse, piyasayı ve dolayısıyla satıcıları kendi aralarında bölüşürler ve fiyat birim üretim artı ulaştırma maliyetinin çok altında bir düzeyde belirlenir. (Buna pazartesi günkü yazımda tarım ürünleri piyasalarından bir örnek vermiştim…) Eğer alıcı firmalar “fiyat rekabetine” girerse, o takdirde fiyat birim üretim artı ulaştırma maliyetine çok yakın bir düzeye yükselir.
Bankacılık sektörü bir Janus gibidir, (Janus ters taraflara bakan iki yüzü olan mitolojik bir tanrıdır). Bir yüzü mevduat piyasasına bakarken öbür yüzü kredi piyasasına bakar. Aynı zamanda bankacılık sektörünün finansal hizmet üretiminde ulaştırma maliyeti yoktur çünkü fonlar çok rahatlıkla hesaptan hesaba aktarılabilmektedir. Dolayısıyla maliyetler sadece üretim maliyetidir.
Türkiye’de her iki piyasada da üç büyük holding bankası, bir büyük lider banka ve iki tane de büyük kamu bankası bulunmaktadır. Diğer bankalar bu altı bankayı takip etmektedir ve piyasa belirleme gücüne sahip değildir. Mevduat piyasasında, bu veriler ışığında bir oligopson piyasası oluşmuştur. Öte yandan kredi piyasasında ise bir oligopol piyasası oluştuğu söylenebilir. Eğer rekabetçi bir mevduat piyasası olsa, mevduat faizleri, mudilerin beklenen enflasyon oranı ve sermayenin reel getirisi toplamına eşit olmalıdır. Öte yandan rekabetçi bir kredi piyasasında da kredi faizleri mevduat faizi ile kredi riski oranının toplamına eşit olacaktır. Eğer mevduat piyasasında oligopson var ise, o takdirde, mevduat faizlerinin beklenen enflasyon ve sermayenin reel getiri oranları toplamının çok altında olması gerekir. Belli aralıklarla mevduat faizleri yükselmekle birlikte son yirmi seneye baktığımızda ancak enflasyonu karşılayabildiği görülmektedir. Yani bankalar bir miktar rekabetine girerek mevduat piyasasını paylaşmakta ve bu sayede oligopson gücünü kullanarak rekabetçi mevduat faizinin altında bir faizle mevduat toplamaktadırlar. Bu teoriyle uyumludur. Benzer durum kredi faizleri için de geçerlidir. Burada da, bankalar mevduat faizi ve kredi risk oranlarının çok üstünde bir kredi faizi uygulamakta ve yine miktar rekabetine girerek oligopol gücünün verdiği imkânlarla fahiş faizler ile üreticiye kredi vermektedirler. Daha dosya ve işlem masraflarını da hesaba katmadım.
Hem Yusuf Dinç hem de Cemil Ertem’in bahsettiği de genelde bu durumdur. Son 15 yıla baktığımızda Türk ekonomisine dair yazılarda hep bahsedilen bankacılık sektörünün çok sağlam olduğu ve yüksek kârlılıkla çalıştığıdır. Ancak kendi açılarından olumlu olan bu tablo toplumsal yarar açısından hiç de olumlu değildir. Memlekette zaten yetersiz kişi başına gelire bağlı yetersiz tasarruf bulunmaktadır, bankacılık sisteminden beklenen ise Türkiye’nin kalkınmasına yönelik kredileri plase etmesidir. Ancak bu da yeterince kârlı değildir, meşakkatli ve riskli bir iştir. Yüksek kârlılıkla hiç zahmete girmeden para kazanmak varken beyzadeler niye fedakârlık yapsınlar? Hükümetin elindeki farklı araçları kullanarak bankacılık sistemini milli menfaatler doğrultusunda yönlendirmesi gerekir. Bugüne kadar uygulanan KGF gibi, benim de destelediğim, yaraya pansuman niteliğinde kısa dönemli ve geçici etkili politikalardır. Ama bankacılık sektöründe esas sorun daha yapısal ve derindedir. Aşağıda bazı önerilerimi sıraladım:
İlk olarak, bankacılık sektörünün mülkiyet yapısı ve reel sektörle organik bağları masaya yatırılmalıdır. Stratejik değerde bir sektör olan ve bütün ekonomiyi etkileyebilen Bankacılık sektörünün üç büyük aile firması ve bir büyük lider banka tarafından yönlendirilmesi hiçbir devletin kabul edebileceği bir durum değildir. İkincisi, bankacılık sektöründe lider bankalar da dahil, yabancı sermaye payları çok yüksektir. Bankacılık sektörü ekonominin kalbidir, siz kalbinizi çıkarıp başka birinin eline verir misiniz? Türkiye’nin durumu aynen böyledir. Üçüncüsü, bankacılık hizmetlerinde çok yüksek oranda KDV ve BSMV bulunmaktadır. Bankalar bu vergileri mevduat ve kredi müşterilerine yansıtmaktadırlar. Dolayısıyla, aşırı kârlı sektörün vergilendirilmesi değil, mudi ve kredi müşterilerinin vergilendirilmesi söz konusudur. Dördüncüsü, nitelikli ve birikimli işgücü ile çalışan Bankacılık sektöründe emek sömürüsü de çok yüksek düzeydedir. Bir banka çalışanının bankaya kazandırdığı para ile elde ettiği ücret arasında ciddi bir uçurum vardır. Çalışma saatleri uzun, çalışma şartları çetin ve sosyal güvenceleri yaptıkları işin niteliğine göre düşük düzeydedir. Nihayet beşincisi, kamu bankalarının –özellikle kriz zamanlarında- gösterdikleri yüksek performansa rağmen, daha fazla üretici yatırımları desteklemesi gerekir.
Gelecek Cuma yazımda bu konuyu farklı bir açıdan ele alacağım. Hayırlı Cumalar.