ATÜT hakkında cuma günü yazdığım ikinci yazıda ana akım Marksist aydınların, (Marx'ın kendisi değil!), bakış açısında bütün insanlık için tarihsel zorunluluk olarak ilan ettikleri bir toplumsal gelişim şablonunun bizatihi tarihsel gerçeklerle örtüşmediğini göstermiştim.
ATÜT hakkında cuma günü yazdığım ikinci yazıda ana akım Marksist aydınların, (Marx’ın kendisi değil!), bakış açısında bütün insanlık için tarihsel zorunluluk olarak ilan ettikleri bir toplumsal gelişim şablonunun bizatihi tarihsel gerçeklerle örtüşmediğini göstermiştim. Örneğin, köleci toplumların hiç birinde ciddi bir sınıfsal mücadele olmadığı ve var olan birkaç köle isyanının da hiçbir şekilde bir feodal sisteme yol açmadığını söylemiştik. Halbuki, şablona göre köleler ile köleciler arasındaki sınıfsal çatışma sonucunda köleci sistemin yıkılıp feodal sisteme dönüşmesi gerekirdi. Yine feodal sistemde, topraksız köylüler/serfler ile aristokrat ve ruhban sınıfının çatışmasının sonucunda feodal sistemin yıkılması gerekirdi. Yeni sistemde, aristokrat derebeylerin elindeki malların elde edilmesi ve ruhban sınıfının da tasfiye edilmesi yolu ile özel mülkiyete dayalı kapitalizmin ortaya çıkacağı varsayılmaktaydı. Ben ise, ilkel ticari kapitalizmin feodalitenin egemen olduğu tarım toplumlarında değil, aksine, feodal ilişkilerin (yani ruhban sınıfının inanç üzerinden, aristokratların da toprak mülkiyeti üzerinden kurduğu sömürü sisteminin) olmadığı, tüccarların egemen olduğu, genellikle deniz ticaretine açık ve tarımda özgür ve toprak sahibi köylülerin olduğu toplumlarda geliştiğini vurgulamıştım. Tabiî bu çok bilinmeyen bir şey değildir. Büyük Britanya’nın yakın çağ tarihine baktığımızda Gündüz Fındıkçıoğlu Hocamız’ın bizzat bana bildirdiği birkaç istatistiki vermek isterim. Şöyle ki:
“Örneğin, 13. yüzyıl Britanya’sında serflerin nüfusu toplam köylü nüfusunun sadece yüzde 60’ı kadardı ve üstelik, işledikleri toprakların oranı toplam işlenen arazilerin sadece yüzde 30’una ulaşıyordu. Özgür köylülerin tarım ekonomisinde serflere göre çok daha fazla önem taşıdıkları (yüzde 70) ve toplam köylü nüfusuna oran olarak da azımsanmayacak (yüzde 40) bir kitle oluşturdukları göz önüne alınınca, serf-derebeyi çelişkisinin münhasıran açıklayıcı faktör olarak düşünülmesi biraz tuhaf görünüyor. Serflerin toplam nüfusa oranıysa, kentliler, ruhban sınıfı, soylular, topraksız fakat özgür köylüler de hesaba katıldığı için, yüzde 50’yi bile bulmuyordu.”
Tabiî bu şablonu devam ettirdiğimizde ana akım Marksist siyasetin bam teline dokunuruz. Eğer tarihsel zorunluluk bu şekilde sınıf çatışması yoluyla bir toplumsal yapıdan başka bir toplumsal yapıya evrilmeyi va’z ediyorsa, o takdirde, kapitalist sistemde üretim gücüne sahip işçi sınıfının üretimden kaynaklanan gücünü (grevler, toplu üretim durdurma ve diğer örgütlü eylemler kanalıyla) kullanarak sistemi değiştirmeleri gerekmekteydi. Bu örgütlü eylemler, mülkiyeti ortadan kaldırmalarını ve bir ihtilâlle (muhayyel ve müstakbel) sosyalist toplumu kurmalarını sağlayacaktı. Marksist iktisattaki nihai katastrof (kapitalist sistemin kendi iç çelişkileri yüzünden nihai bir çöküşle yıkılacağını va’z eden kavram) beklentisi, bunun (Kâr Oranlarında Düşme Eğilimi Yasası) gibi belli veri koşullar altında (veri teknoloji, tam rekabet, kaynakların sektörler arası tam hareketliliği, ve benzeri varsayımlar) geçerli olan uzun dönemli bir eğilimi izah eden bir yasaya dayandırılması ana akım Marksistlerin kabul ettiği bir olguydu. Bu daha çok, hareketi yöneten Marksist partilerin siyasi kararlarına da bağlıydı. Yani aslında, kapitalizm kendiliğinden çökecekti, bunun için beklemek yeterliydi. Ancak bu durum, bizatihi Marx’la çelişmektedir. Çünkü Marx, kapitalizmi kendi kendine büyüme kabiliyeti olan ve bu büyümeyi devrevi krizlerle tahkim eden, yani krizlere yol açan ve krizlerden beslenen bir üretim sistemi olarak tanımlamıştı. Bu sistemin dönüşmesi için işçi sınıfının örgütlü olması, üretimden gelen gücünü örgütlü bir şekilde kullanması ve işçilerin toplum içinde önemli bir çoğunluğa sahip olması ve bu güç ile çoğunluğu kriz anında kullanması gerekir. Bu Marx’ın Praxis Eylem Felsefesi’nde somutlaşır. İmdi, Gündüz Fındıkçıoğlu Hocamız’ın benimle paylaştığı görüşlerine devam edelim:
“Tabii ki bu durum kapitalizmde işçi sınıfı için de geçerliydi. Przeworski & Sprague (Adam Przeworski & John Sprague, Paper Stones: A History of Electoral Socialism, Cambridge, Cambridge University Press, 1986: 35) 19. ve 20. yüzyıllarda hiçbir gelişmiş kapitalist ülkede işçi sınıfının toplam nüfusun yarısına ulaşamadığını ve bu gerçeğin reformist işçi partilerinin seçim stratejilerini yavaş yavaş değiştirmeye, onları orta sınıfların desteğini kazanmaya daha fazla itmeye başladığını yazıyor. Sadece bu yüzden kapitalizmde işçi sınıfı-burjuva çelişkisinin baş çelişki olmadığını düşünmek mümkün değilse de bu çelişkinin neden saf haliyle asla belirleyici olamadığını anlamak için gerekli bir öğenin de demografik kompozisyon ve söz konusu kompozisyonun dinamiği tarafından verildiğini sanıyorum.”
Kısaca özetlersek, kapitalist toplumda burjuva – proletarya çelişkisi önemli ve birçok dinamiği açıklayan bir olgudur. Ancak bu olgu, sosyalist bir devrime yol açabilecek etkinlikte, büyüklükte değildir. Bu yüzdendir ki, başta Alman Sosyal Demokrat Partisi ve Karl Kautsky, devrim hülyasından vazgeçmiş ve bugün Sosyal Demokrasi olarak bilinen şekliyle işçi sınıfının haklarını orta sınıflarla ittifak ederek sistem içinde aramışlardır. Murat Belge’nin Birikim’de söylediği gibi, bizdeki ana akım Marksistler, Pekin ve Moskova’daki siyasi argümanlara bağlı kalarak tutumlarını belirlemişlerdir. “Hoca’m bize ne ya, elin Gomanislerinden?” diye soranlara açıklayayım. Eğer Stalin’in ortaya attığı bu şablon geçersizse ki, geçersizdir; o takdirde, feodal sistemin varlığı ve yokluğu üzerinden yapılan tartışma da, bizim “neden bize özgü bir kapitalizmi geliştiremediğimizi” açıklayamaz. Yani ATÜT tartışması hayali bir durum üzerinden yapılmakta, pek de gerçeği yansıtmamaktadır. Sadece bu soru etrafında tartışma bile, bu aydınların bilinçaltında medeniyet ve gelişmişliğin kapitalizm ile mümkün olduğu düşüncesini taşıdıklarını göstermektedir. Ve dahi, bu gerçek aynı zamanda, emperyalizm ve kapitalizm karşıtı aydınlarımızın, aslında içten içe Batı hayranı olduğunu gösterir. ATÜT taraftarı hocalarımız, tam da bu noktada, kendi karşıtlarının tersine Batı hayranlığı/taklitçiliği değil, aksine Batı’yı bütün sistemi ile reddetme üzerine yaklaşımlarını kurmuşlardır.
O takdirde, Emre Kongar Hoca’nın bakışı neyi temsil ediyor? Bizde Atatürk’ü Batıcılığın ve Batılı yaşam tarzının en büyük temsilcisi olarak gören, Batı uygarlığı dışında hiçbir değer tanımayan, Türk tarihi ve Türk kültürünü iptidai ve gelişmeye mani olarak tasvir eden bir grup ana akım Atatürkçü vardır. (Unutmayın, Atatürk’e bir ideoloji atfedilebilirse eğer, o da, Türkçülüktür. Gazi Paşa, bütün kavimlerin Türklerden türediğini, bütün dillerin Türkçeden çıktığını savunurdu.) Emre Kongar Hoca, benim kanaatimce, bu grubu temsil etmektedir. Osmanlı’ya, Türk kültürüne dönmeyi ve Batı’ya karşı olmayı (velev ki sosyalist düşünce çerçevesinde olsun) savunan aydınları “İkinci Cumhuriyetçi”, “yetmez ama evetçi” ve “gerici” olarak tasvir etmek bu bakış açısının sonucudur.
Pekiyi, Osmanlı iktisadi düzeni ATÜT’e uygun mudur? Hakikaten Osmanlı toplumu sınıfsız bir toplum muydu? Osmanlı’da kendiliğinden bir sermaye birikim süreci ve bize özgü bir kapitalizm gelişebilir miydi? Buna ne mani olmuştur? Bunlar da cumaya kalsın…