Bugün 10 Kasım…
ANMA
Bugün 10 Kasım… Cumhuriyetimizin bânisi, İslâm’ın izzetini, milletin namusunu ve vatanın tapusunu kurtaran Türklerin son cihangiri ve son mareşali, TBMM’nin ilk meclis başkanı, Birinci Cumhurbaşkanımız Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün vefatının yıl dönümü… Son zamanlarda istisnasız milletin bütün fertlerinin kıymetini yeniden idrak ettiği devlet adamı… Zübeyde Hanım’ın biricik “Mıstafa’sı”… Gazi Paşa’m; müsterih olunuz, Türk milleti ve Türk çocukları istikbale giden yolda ilhamını sizden almaya devam ediyor. Mekânınız Cennet olsun…
* * *
ATÜT ile ilgili yazdığım ilk yazının üzerine gerek sosyal medya ortamında gerekse arkadaş ortamında çok ilginç tartışmalara katıldım. İbrahim Kiras’ın Karar’da, Emre Kongar Hoca’nın Cumhuriyet’te yazdıkları yazı dizilerinin üstüne Murat Belge de topa Birikim dergisinde girdi. Ben de sorunu tartışmaya devam edeceğim.
İbrahim Kiras tarafsız bir bakışla ve hiç indî görüş bildirmeden meseleyi özetlemişti. Yazısının sonuç kısmında ise, Osmanlı iktisat tarihine ait olguları daha çok tarihçilerin tartışması gerektiğini belirtmiş ve iktisatçıların (özellikle Marksist iktisatçıların) donanımının buna yetmeyeceğinden dem vurmuştu. Kendisinin iktisat müktesebatı ne kadardır onu bilmem, ama bizatihi, insan toplumlarının iktisadi örgütlenmelerinin ne şekilde evrimleştiğini ve bu evrimin kanunlarını araştırmak, herhalde, en fazla iktisatçıların sorumluluğundadır. Hoş biz yine de, kibir takınmıyoruz, çünkü sorumluluğun büyük payı iktisatçılarda olmakla birlikte, mesele sadece iktisatçıları değil bütün sosyal bilimcileri ilgilendirmektedir.
Emre Kongar Hoca, benim geçen yazıda yazdığım ATÜT teorisyenlerinin ve dahi ATÜT karşıtlarının görüşlerini üç dört yazıda ele almıştı. Kendisi Marksist olmamakla birlikte ATÜT karşıtlarına daha bir yakın hissetmekte gibi görünmekteydi. Ancak desteksiz ve kontrolsüz bir şekilde rahmetli İdris Hoca’mıza sallaması, anti-emperyalist, sosyalist ve millici bir çizgiye sahip Hoca’mızı “Yes be annem’ci”, “Yetmez ama evet!’çi”, “ikinci cumhuriyetçi” “Abant sofralarının âkil müdavimi” gürûhun öncüsü olarak tanımlaması büyük bir haksızlıktır. (İdris Hoca’nın birçok kişi tarafından anlaşılamadığını düşünüyorum, bu yüzden, bir İdris Küçükömer yazısı da hazırlayacağım.) Yazılarının sonunda Emre Kongar Hoca kendisinin bir teorik önermesini sundu.
Neydi bizim meselemiz? İlk yazıda bahsettiğim gibi Marksist düşünceye göre toplumların iktisadi düzenleri ve buna bağlı toplumsal örgütlenmeleri dinamik bir şekilde değişmekte ve bu değişimin motor gücünü de sınıf çatışması oluşturmaktaydı. Genel kabul gördüğü şekilde, kabaca ilkel komünal toplum – köleci toplum – feodal toplum – kapitalist toplum – (muhayyel) sosyalist toplum gibi bir gelişim yolu olduğu bu görüş sahiplerince savunulmaktaydı. Osmanlı Türk toplumunda yetersiz sermaye birikiminin tespit edilmesi, bu gelişim haritasına uygun olarak Kapitalizmin evrilmemesi bir sorun olarak ortadaydı. Ana akım Marksistler, Osmanlı’nın bir sebeple feodal toplum aşamasında kaldığını ve kapitalizme dönüşecek dinamikleri kaybettiğini savunurken, ATÜT’çüler (Kemal Tahir, Selahatti Hilav, Sencer Divitçioğlu, İdris Küçükömer, Hikmet Kıvılcımlı ve diğerleri) Osmanlı toplumunun feodal aşamaya hiç uğramadan doğrudan bir tür ilkel tarım sosyalizmine döndüğünü söylemektedirler. ATÜT’ün özü buydu. Pekiyi Karl Marx ne demekteydi?
Tabiî ki Karl Marx, eserlerinde farklı farklı yerlerde Kapitalizm öncesi sınıflı toplumlardaki üretim ilişkilerini, üretim gücüne sahip olan sınıflarla üretim ilişkilerini belirleyen egemen sınıfları tahlil etmiştir. Bu toplumlarda sömürünün niteliği ve üretilen artı değer üzerinde durmuştur. Ancak, ciddi ciddi bu şekilde bir gelişim haritası çizip bütün insanlığın bu yolu takip edeceğini söyleyen ne yazık ki, Marx değil Stalin’dir. Stalin ne teorisyendir, ne iktisatçıdır, annesine söylediğine göre “Çar gibi bir şey” olmuş bir siyasetçi ve komitacıdır. Elbette Marx’ın koskoca bir insanlık tarihini bütün detaylarıyla ele almayıp basit bir siyasi parti sloganına indirgemesi düşünülemezdir, bu ancak Stalin’den beklenir. Ancak Murat Belge’nin güzel bir şekilde açıkladığı gibi ATÜT önermesine ana akım Marksistlerce dudak bükülmesinde o dönemki Sovyetler Birliği yönetiminin ve Çin Komünist Partisi yönetiminin siyasi sebeplerle bu teoriyi afaroz etmesinin payı büyüktür. Bu teoriyi savunanlar “revizyonist” ilan edilmiştir. Bizde de, bu iki siyasi yapının takipçisi olan sol fraksiyonlar da aynı tutumu takınmışlardır.
Varsayalım ki, ana akım Marksistlerin çizdiği bu gelişim haritası gerçekten de Marx’ın görüşlerini yansıtıyor olsun; o takdirde bu ne anlama gelmektedir? Marksist diyalektiğe göre modellenen sınıf çatışması, bir sistemden başka sisteme geçişi belirleyen ana motor gücüdür. Marksist diyalektik kısaca şu şekilde açıklanabilir: Üretim ilişkilerini belirleyen egemen sınıf toplumda ana “tezi” temsil ederken, üretim gücüne sahip ezilen sınıf da bu sisteme alternatifi yani “anti-tezi” temsil etmektedir. Üretimi yapan, gelirin ve servetin kaynağı ezilenler iken sistemin kaymağını yiyenler egemen sınıftır. Bu da zorunlu olarak toplumun bu iki grubu arasında bir çelişki ve sınıf çatışması doğurur. Zamanın bir anında anti –tezi temsil eden ezilen sınıf üretim gücünü kullanarak sistemi değiştirir, bu da “sentez” olarak tanımlanır.
Pekiyi bir yapıdan başka yapıya geçiş, bu şablona göre nasıl açıklanır? Kısaca özetleyeyim: Köleci toplumda köle emeğinin sömürülmesi ile birlikte bir servet birikimi olmaktaydı. Üretim gücüne sahip olan kölelerdi ama siyasi düzeni elinde tutan ve dolayısıyla üretim ilişkilerini belirleyen sınıf kölecilerdi. Eğer bu şablon doğru olsaydı, örneğin bir köle isyanıyla ezilen sınıfın ayaklanması düşünülebilirdi… Tarihte buna dair bilinen en meşhur örnek Spartacus’tür. Batı emperyalizminin babası Roma’ya karşı bir gladyatör isyanı olarak başlayan ve bir köle isyanına dönüşen bu hareket Spartacus’ün Roma’ya giden Via Appia’da çarmıha gerilmesi ile sona ermiştir. Buna uzaktan benzeyen bir hareket İran’da Mazdekçilik ve Mısır’da Hz. Musa’nın önderliğinde İbrani’lerin Mısır’dan kaçışıdır. Başarılı olsun olmasın bu hareketlerin hiçbiri içinden feodal yapıyı çıkarmamıştır.
Feodal yapı toprak mülkiyetinin derebeylerinde olduğu, toprağı işleyenin de işledikleri toprakla birlikte alınıp satılan serflerin – köylülerin olduğu bir sistemdir. Burada, sömürülen serf emeği, derebeylerin elinde toplanarak bir servet birikimine yol açar. Ana akım Marksistler, burada biriken servetin Kapitalist toplum içinde sermaye birikimine dönüştüğünü söylerler. Eğer diyalektik işliyorsa, köylülerin ve serflerin isyan ederek düzeni değiştirmesi gerekirdi. Tarihte buna benzer başarısız örnekler vardır: Müslüman Ortadoğu’da Karmatî isyanı, Fetret Devri’nde Bedreddin isyanı, 15 ve 16’ıncı yüzyıllarda orta Avrupa’da köylü isyanları gibi… Sonları Spartacus’ten farklı olmamıştır. Kapitalizm köylülere değil, çok farklı iktisadi ve sosyolojik etkenlere bağlıdır.
Denilebilir ki, “Derebeyleri servet biriktirmişler. O para da, sermaye birikimine dönüşmüş. Bu yüzden özel mülkiyete dayalı feodal toplum Kapitalizmin ana rahmidir.” Ben de şöyle derim: Feodal sistemin en güzel örnekleri Fransa, İspanya ve Almanya’dadır. Kapitalizm ise, daha ilk ticari kapitalizm evresinde bile ilk önce İtalyan şehir devletleri sonra da İngiltere ve Hollanda’nın önderliğinde gelişmiştir. Hollanda ve İtalya’da feodal sistem yoktur, bağımsız tüccar şehirlerinden oluşan cumhuriyetler vardır. Öte yandan İngiltere’de de, Magna Carta’dan itibaren “yeoman” olarak bilinen özgür ve toprak sahibi köylülere, açık deniz korsanlarına ve açık göz tüccarlara dayanan bir yapı bulunmaktadır, feodalite yoktur. Tarihi veriler diyor ki, kapitalist toplum feodal yapılardan değil, deniz ticaretine açık, haydut, korsan ve tüccarlara dayalı, köylülerin de kendi topraklarına sahip olduğu toplumlardan çıkmadır. Fransa ve Almanya’da ise, sermaye birikimi feodal beylerin tarımsal bölgelerinde değil, serbest şehirlerde belirmiştir. Yani Kapitalizm Feodal ilişkilerden çıkmamaktadır. Devam edeceğim…
Hayırlı Cumalar…