Dünyâya bu "oryantalist" zehrin yayıldığı ve kontrolden çıkıp saçıldığı yer, Avrupa kıtasıdır.

Oryantalist zihniyetin zehrini nereden, nasıl, ne zaman zerk edeceğini tahmin etmek çok zordur. Geçmişte gazete, dergi, sessiz sinema ve hatta kartpostallarla yapılan bu zehir zerki, artık dört taraftan savura savura esen rüzgâr gibi yapılıyor. Eskiden bunun için kendi keselerinden masraf yapan oryantalist kuruluşlar artık bu işi, “açık görüşlü” olma iddiasındaki ve sevdâsındaki “muhafazakâr” yayın organları üzerinden hem de “bedâva” yaptırıyor. Yâni sistem çok iyi kurulmuş, kim kazanırsa kazansan aslında “kazanan hep masa” oluyor. Masanın sâhipleri ise, dünyâya demokrasi(!) getirirken kendi kraliyet sistemlerini hiç tâviz vermeden ve güncelleyerek devam ettirenlerden oluşuyor. Değil mi ki dünya küreselleşti, artık bu renkli dünyâya bütün renklere yer var ama, palet belli başlı ressamların elinde.

Dünyâya bu “oryantalist” zehrin yayıldığı ve kontrolden çıkıp saçıldığı yer, Avrupa kıtasıdır. Avrupa’nın vicdan sâhibi, insanlığını koruyabilmiş, ruhunu satmamış gerçek aydınları kendi topraklarından yayılan bu zehre karşı durmuşlar. Önce kendilerini korumuşlar. O zehre mâruz kalıp, o zehirden kendi panzehirlerini yapıp farkındalıklarını oluşturmuşlar. Daha sonra yazdıkları eserlerle bu panzehri hem kendi insanlarına hem de tüm insanlığa bırakmışlar.

Bu panzehir elimizde ama okumamız ve bireysel farkındalıklarımızı geliştirmemiz gerekiyor. Aksi takdirde o zehir yediklerimizle ağzımızdan, gördüklerimizle ve seyrettiklerimizle gözlerimizden, duyduklarımızla kulaklarımızdan bedenimize ve ruhûmuzu işliyor. Sonra kurt kırması kangal köpeğinin sürüye saldıran kurda karşı koymaması gibi, zehrin etkilerine tepkisiz kalıyoruz.

Bu oryantalist zehrin etkileri o kadar yaygın ki, “Normal olan odur”, “Ne var ki bunda!” deniyor. Kendini insanlığın efendisi ve hâkimi olarak gören “beyaz adam” dünyâyı sömürgeleştirirken taktığı “oryantalist” gözlükler önce ücretsiz satılırken artık parayla hatta sıraya girip alınıyor. Aklınıza “Noel kutlamaları”, “Çam ağacı” falan gelmiş olabilir. İnanın onlar en mâsum olanları. Sinbad, Binbir Gece Masalları, Ali Baba ve Kırk Haramîler, Tenten masal ve çizgi romanlarda ve Indiana Jones, Casablanca, Gece yarısı Çocukları, Sorara’yı Taşlamak gibi filmlerde gözümüze sokulan imajlarla bilinç altında aşağılamaya zemin hazırlandı.

Avrupa, dünyânın en zengin ve gelişmiş bölgesi olurken, bunu başta Afrika’nın yerüstü ve yeraltı zenginliklerini sömürerek yaptı. Belgesellerde sâdece hayvanların yaşadığı, kuru çalıların rüzgârda savrulduğu bir kıta olarak gösterilen Afrika, yüzyıllarca resmî olarak sömürüldü ve hâlâ gayrî resmî olarak sömürülüyor. Afrikalılar ise ellerinde mızrak, yüzleri boyalı, sazdan yapılmış evlerde yaşayan “ilkel”, medeniyetten nasibini almamış insanlar olarak tanıtılıyor. Tüm kıta âdeta “Sömürülmesin de ne yapılsın!” dedirten bir imaj ile anlatılıyor. Sonra bu düşünceler bilinçaltımızdan “kabile devleti”, “kabile reisi” gibi ifâdelerle kendini gösteriyor.

Ali Babacan’ın nefret söylemi

Avrupalıların gözünde hâlâ “kabile devleti” olan ama sömürülmeye karşı koyan Afrika ülkelerinde Avrupa destekli darbeler yapılıyor, iç savaş çıkartılıyor. Devlet yapısı Avrupalı sömürgeciler tarafından kurulan bu ülkelerdeki insanlar, derilerinin rengi başta olmak üzere hâlâ birçok doğal ve insânî özellikleri sebebiyle hakarete uğruyorlar ve aşağılanıyorlar. Bu tam anlamıyla bir nefret söylemidir. Nefret söylemi ile nefret suçu işlenmektedir. Kişilik hak ve özgürlüklerine hakaret edilmektedir.

Bunu yapanlar da yine “modern”, “çağdaş”, “okumuş”, “eğitimli” diye tanımlanan kişiler. Bunlara “kent soylu” deyip iltifat(!) edenler bile var. Bunun son örneği Özlem Gürses tarafından “kent soylu” tanımına lâyık(!) görülen Ali Babacan’dır.

Yıllarca bu ülkenin bakanlığını, iktidar partisinin üyeliğini yapmış olan Ali Babacan, şimdi kendine bu imkânların verildiği partinin siyâsî rakibi olmuştur. Bu, siyâseten bir dereceye kadar kabul edilebilir ve siyâsî etik açısından tartışmaya açıktır. Ama yakın bir târihe kadar mensubu ve bakanı olduğu AK Parti’nin genel başkanı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin seçilmiş cumhurbaşkanı olan ve sevenleri tarafından “Reis” diye adlandırılan Recep Tayyip Erdoğan’ın Afrika siyâsetinden rahatsız olan Ali Babacan, bu oryantalist rahatsızlığını “kabile reisi” ve “kabile devleti” şeklindeki nefret söylemiyle kusmuştur.

Lafa gelince “bu ülkenin insanı” olan Ali Babacan, âdeta İngiliz kraliçesi tarafından, krallığa yaptığı hizmetlerden dolayı şövalye ilân edilip “sör” ünvânı verilenler gibi bir tavır sergilemiştir. İngilizler bile Afrika’da yaptıkları insanlık dışı muamele ve söylemler sebebiyle özür diliyorken Ali Babacan, Afrika’ya sömürgeci olarak değil, insânî niyetlerle kucak açan Türkiye’den “kabile devleti” ve Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’dan “kabile reisi” olarak bahsederek yapabileceği en büyük siyâsî etik yanlışını yapmıştır.

Babacan, cumhurbaşkanı olsa…

Diyelim ki, Ali Babacan Millet İttifakı’nın ortak adayı olarak seçime girdi ve cumhurbaşkanı oldu. O zaman Afrika ülkelerine gittiğinde ne diyecek ve o ülkelerin insanlarının yüzüne nasıl bakacak? Ya da bu ülke liderlerinden biri Türkiye’ye geldiğinde Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası, bu Afrika lideri için senfoni yerine “tamtam müziği” mi çalacak?

Ali Babacan, bir burjuva çocuğu olarak öğrenciyken kendi özel arabasıyla geldiği ODTÜ’de “oryantalist” doktrinlere mâruz kalmış olabilir. Bakanlığı sırasında ziyâret ettiği Afrika ülkelerinden bir an önce ayrılıp Avrupa’da rahat nefes almak için görüşmelerini aceleyle yapmış olabilir. Ama Türkiye Cumhuriyeti devletinin kimliğini ve pasaportunu taşıyan bir vatandaş olarak ve ülkenin yönetimine aday olan bir siyâsî partinin genel başkanı olarak, siyâsî rakibini eleştirirken Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsında Türkiye Cumhuriyeti’ne ve Afrika ülkelerine hakaret etme hakkına sâhip değildir. Zâten kimsenin “hakaret etme hakkı” diye bir hakkı yoktur.

Ali Babacan’a tavsiyem, ekonomi bilgisinin yanına bir de sosyal ve kültürel antropoloji bilgisi ekleyerek, “oryantalizm” konusunda hiç olmazsa Edward Said’i okumalıdır. Avrupa bile oryantalist bakış açısını besleyen “kültürel merkezci” ve “Avromerkezci” anlayışlardan kurtulmaya çalışmakta ve insanları olduğu gibi tanımayı esas alan “kültürel görecelik” anlayışına önem vermektedir.

Ali Babacan, kendi ülkesine ve kendi insanlarının yanında diğer ülkelere ve bu ülkelerin insanlarına kültürel görecelik üzerinden bakarsa, cumhurbaşkanı veya yeniden bakan olamayacak olsa da en azından, sâdece görüntüde değil, özde de nazik ve saygılı siyâsetçi profili ortaya koyabilir. O zaman irfan sâhibi Anadolu insanımızın gözündeki “davar çobanı bile olamazdın” imajından da kurtulur.