Alçak gönüllülük, kimseye tepeden bakmamak, kimseyi küçümsememek, kendini kimseden üstün görmemek, yaptıklarıyla, başarılarıyla, övünmemek ve şımarmamaktır.
Alçak gönüllülük, kimseye tepeden bakmamak, kimseyi küçümsememek, kendini kimseden üstün görmemek, yaptıklarıyla, başarılarıyla, övünmemek ve şımarmamaktır. Tevazu da aynı anlamda kullanılmaktadır. İslam dininde tevazu övülmüş, müminlerin tevazu sahibi olmaları istenmiştir. Alçak gönüllülüğün karşıtı kibirdir, kendini beğenmedir. Bu ise dinimizde haram kılınmıştır. Dinimize göre insanların salt insan olmak bakımından birbirinden üstünlüğü yoktur. Peygamberimiz, “İnsanlar, tarağın dişleri gibidir, birbirinin eşidir” “Müslümanlıkta şunun bunun soyundan gelme ne övünme ne de yerinme sebebidir” gibi hadisleriyle insanların insan olmak hasebiyle birbirinden üstünlüğünü reddeder. Mevki, mal-mülk, servet gibi değişici, yok olucu unsurlar da dinimizde üstünlük sebebi olarak görülmez. İnsanın üstünlüğü ancak iman gibi, salih amel gibi, doğruluk gibi temel insanî değerlerle ölçülür. Tevazu da bu değerlerden biridir. Tevazu’nun en güzel örneği Peygamberimiz (s.a.v.)’dir. O, herkese karşı alçak gönüllü davranır, kimseyi incitmez, kimseyi kırmazdı. Çocuklarla, kimsesizlerle, öksüz ve yetimlerle bilhassa ilgilenir, ihtiyaçlarını sorar, gönüllerini alırdı. “Alçakgönüllülüğü dolayısıyla Allah’ın şerefini yükseltmediği kimse yoktur” hadisiyle de alçak gönüllülüğün değerini pekiştirmiştir.
Tasavvuf büyüklerinin en fazla önemsedikleri erdem tevazudur. Bunu Allah yolunda ilerlemekte ilk adım olarak görürler. Hiçbir din ulusu, tevazu sahibi olmadan Allah yolunda mesafe alınabileceğini kabul etmez. Tevazu özünde nefsi, bir anlamda da benliği öldürmektir. Tasavvuf yolcusunun ilk aşacağı baraj, nefsin, nefs-i emmare denen, insana her kötülüğü telkin eden, şartlar oluşunca da kötülüğü işleten en ham safhasıdır. Büyük veli Hasan Basrî’nin ilkesi şudur: “Sabah evden çıktığın andan itibaren karşılaştığın hiç kimseden kendini üstün görmeyeceksin.”
Yine bu din uluları, tevazuda toprak gibi olmayı öğütlemişlerdir. Çünkü toprak en iyi tevazu örneğidir. Biz insanlar her türlü pisliği ona atarız, o bizim için en güzel hububatı, sebze ve meyveleri, gülleri, karanfilleri yetiştirir. Alçakgönüllü insanlar da toprak gibidir, kötülüğe kötülükle karşılık vermez. Kimseyi aşağılamaz. Âşık Veysel, Karnın yardım kazmayınan, belinen Yüzün tırmaladım tırnağınan, elinen Yine beni karşıladı gülinen Benim sadık yârim kara topraktır diye boşuna dememiştir. İslam büyükleri çok değerli tevazu örnekleri vermişlerdir. Hz. Ömer bir gün mescitte bir bedevinin (çöl Arabı), “Ya Rabbi, beni azlardan eyle!” diye dua ettiğine şahit oldu. Sordu adama: “Bu nasıl dua?” Adam cevap verdi: “Duydum ki Cenab- ı Hak Kuran’da ‘kullarımdan şükredenler azdır’ buyurmuş. Ben de o azlardan olmayı istiyorum.” Bunun üzerine Hz. Ömer takdir ve tevazuunu şöyle dile getirdi: -Rabbim, herkes Ömer’den daha âlim!
RAMAZAN BAYRAMI VE ANLAMI
Âfak bütün hande, cihan başka cihandır; Bayram ne kadar hoş, ne şetaretli zamandır! M.A. Ersoy Ramazan bayramı, bütün bir Ramazan ayını oruçla, nefsini maddeten ve manen terbiye etmek ve onun üzerindeki egemenliğini pekiştirmekle geçirmiş müminlere ilahi bir armağandır. Bayramlar sevinç günleridir. Bayramın adı ne olursa olsun, bu sözün bizde uyandırdığı çağrışım neşedir, sevinçtir, gülmek, eğlenmektir. Bu, o kadar böyledir ki, dinimizin armağanı olan iki bayramda sofuluk yapıp oruç tutmaya kalkışmak haram sayılmıştır. Bayram bayramdır ve onu öyle kabul etmek lazımdır. Her Müslüman, bayram günlerini gücü oranında, yemek, içmek, eğlenmek vb. davranışlarla değerlendirmek durumundadır. Dinimizin, Ramazan ve Kurbandan ibaret iki temel bayramı bulunduğu malumdur. Arapçada Ramazan Bayramına "lyd-ı fıtır" Kurban Bayramı’na da "Iyd-ı adha" denir ki, Osmanlıcada bu adlar aynen kullanılmıştır. Bayramlaşmaya da “muayede” denir. Bu söz de bazı mekânlarda hâlâ kullanılmaktadır. Osmanlı saraylarında bayramlaşma yapılan salonlar bugün de "muayede salonu" diye geçmektedir. Yurdumuzda, Ramazan Bayramı'na "Şeker Bayramı" da denmektedir. Bu isim de bazı çevrelerde bayramın orijinal adını unutturacak kadar yaygın olarak kullanılmaktadır. Ramazan Bayramı’na Şeker Bayramı denmesinin sebebi, eski İstanbul'da bayram ziyaretlerinde, ziyaretçilere şeker ikram edilmesidir. Şeker ikramı bu bayramın "olmazsa olmaz" biçiminde bir öğesi haline getiriliğinden bu isim kolayca tutmuş ve o gün bugündür söylenir olmuştur. Bayramın doğru ismi ise “Ramazan Bayramı”dır. Bayramlar, sevinç günleridir demiştik. Bizim dini ve milli geleneğimizde, bayramlarda sevinmek kadar sevindirmek de önem taşır. Denebilir ki, sevindirmek olayı zamanımızda daha da önem kazanmıştır. Çünkü günümüzde kişinin sevinip eğlenebilmesi bile mali gücüyle sıkı sıkıya bağlantılı hale gelmiştir. Parası olmayan ne bayrama özgü bir kılık kıyafet edinebilir, ne de bir sofra donatabilir. Eş dost ziyaretine dahi gidemez. İşte dini bayramların ruhu, kimsesizleri, dulları, yetim ve yoksulları hatırlamak; maddi, manevi yardımlarla onları destekleyip sevinenlerin kervanına onların da katılmalarını sağlamaktır. Varlıklı Müslümanlar için bu bir görev olduğu gibi, adına yakışır bir bayram yapmanın da şartıdır. Atalarımız bu işi çok iyi organize etmişlerdir. Bayramlar yaklaşırken her mahallenin varlıklı kişileri o mahallede yardıma muhtaç kişi ve aileleri tespit eder, bunların bayrama yaraşır şekilde yiyecek, giyecek vb. ihtiyaçlarını yaklaşık olarak belirler ve bayram gecesi bir paket halinde kapılarının önlerine bırakırlardı. İhtiyaçları böylece sağlanan insanların, bunları kimin verdiğini bilmedikleri için gururları da korunmuş olurdu.
Bugün dünyanın hiçbir ülkesi, en ileri en zengin sayılanlar da dâhil olmak üzere, yoksulluğu bütünüyle silememiştir. Önemli sorunlar listesinin baş sıralarında yine yoksulluk vardır. Gerek bizim, gerek diğer Müslüman ülkelerin büyük çoğunluğunun gündeminde ise ilk sırada çözüm bekleyen sorun yoksulluktur. İleri Batı ülkelerinde olduğu gibi, kapsamlı bir sosyal güvenlik sisteminden de yoksun olan bizim gibi ülkelerde, kişiden kişiye yardım önemini korumaktadır. Müslümanlık açısından bunun gerekliliği ve değeri tartışılmaz!
Evliyanın büyüklerinden biri şöyle diyor: "İnsan hayatında üç büyük bayram vardır. Bunlardan ilk ikisi vezir, üçüncüsü her yerde hazır ve nâzırdır. İlk bayram, insanın doğumudur. Hakka muhatap olarak duyan bir kalp, düşünen bir kafa ile dünya sahnesine çıkmak, gerçek bir bayramdır. İkinci bayram, insanlara yararlı olduğuna inandığı, başkalarının acı ve gözyaşını dindirdiği zaman ruhunda sevinç duyanların kutladığı bayramdır. Üçüncü bayram ise ölümdür. İnsan öyle bir ömür sürmeli ki, ölüm, kendisi ve karşılayanlar için bayram, geride kalanlar için bir matem olmalıdır. Bu üç bayramı gerçek anlamda idrak edemeyen kimse, aradaki diğer bayramları
Ramazan, Kurban vb. tam anlamıyla idrak etmiş sayılmaz.” Müslümanlıktaki bayram anlayışı budur. Kendi dışımızdaki, insanları mutlaka düşünmek, hallerini göz önünde bulundurmak ve gerekeni yapmak bu anlayışta esastır. Bencilliğin, fildişi kuleye çekilip âlemi oradan, seyretmenin bu anlayışta yeri yoktur. İnsani ilişkilerin yoğunluk kazandığı, dostlukların güçlendirildiği dini bayramlarda dargınlık ve kırgınlıkların da ortadan kaldırılmasının gerekliliği unutulmamalıdır. Ramazan boyunca gazetemizi ve sayfamızı takip eden okuyucularımızın ve bütün vatandaşlarımızın Ramazan bayramını tebrik eder; bayramın ülkemiz ve bütün İslam âlemi için barışa, huzura vesile olmasını dilerim.