Kılık-kıyafet gibi bir şekil unsuru yüzünden Türk toplumu çok büyük bir zaman ve enerji harcadı.
Ülkemiz gündeminin hızı ve yoğunluğu, başta terör birçok alanda verilen mücadele, yakın geçmişte yapılan bazı yasal düzenlemelerin ve onlara bağlı idari kararların sebep olduğu bazı güzel gelişmeleri görmeyi engelliyor, bu yüzden toplum genelinde oluşan rahatlamayı hissetmeye fırsat vermiyor.
Türkiye’de özellikle 28 Şubat sürecini de içine alan 1990’larda ve 2000’lerin ilk on yılında siyaseti kilitleyen bir türban yasağı sorunu vardı. Bu sorun yüzünden toplum iyice gerilmiş ve kutuplaşmıştı. Atatürkçü/laik kesim başta her derecedeki eğitim kurumu olmak üzere türbanın hiçbir şekilde kamusal alanda var olmasını istemiyordu. Türbanı şeriatçılığın bir simgesi olarak görüyordu. Özellikle türbanlı kız öğrenciler ise bu simge olayını reddediyor, maksatlarının sadece inançları gereği kapanmak ve o şekilde okumak olduğunu, bunun da çağdaş özgürlüğün ve demokrasinin kapsamında bulunması gerektiğini söylüyorlardı. “Eğer türban bir simge ise siz bize simge olmayan bir örtünme şekli bulun, biz onunla örtünelim” diyorlardı. Taha Akyol ısrarla türbanın bir simge değil, tam tersine şehirleşmenin ve ekonomik gelişmenin yükseldiği toplumlarda bir özgürleşme ve modernleşme ifadesi olduğunu savunuyordu. Dinar/muhafazakâr kesim ise hiç değilse yasak ve ona bağlı sorunun en derinden hissedildiği her derecedeki yükseköğretim kurumunda türbanın özgür olmasını istiyordu. Ortadaki ılımlı bir kesim de hizmet alan-hizmet veren ayrımı yaparak hizmet veren kamu personelinin türbanlı olamayacağını, ama üniversite dâhil her kademedeki kamusal alanda hizmet alan kızların ve kadınların türbanlı olmasında bir sakınca görmüyordu.
Yaklaşık bir çeyrek yüzyıl bu konudaki çekişmeler ve mücadelelerle geçti. Kılık-kıyafet gibi bir şekil unsuru yüzünden Türk toplumu çok büyük bir zaman ve enerji harcadı. Anılan yıllarda kamu kurumlarında egemen konumda olan laik hassasiyetler sebebiyle bilhassa üniversite öğrencisi birçok kız derin bir trajedi yaşadı. Birçoğu eğitimini yarıda bıraktı. Bir bölümü türban yerine istemeye istemeye peruk takarak eğitimini tamamladı. İmkânları olanlar yurt dışında eğitime devam etti. Epeyi bir bölümü depresyona yuvarlandı. Annelerinin-babalarının çektikleri ise olan bitenin cabası oldu.
Nihayet türban yasağının kaldırıldığı, sorunun barışçı bir şekilde çözüldüğü son 5-6 yıldan bu yana toplum genelinde müthiş bir rahatlama görülmektedir. Artık sadece üniversitelerde değil, ortaöğretimde ve bütün kamu kurumlarında türban özgürdür ve buna bağlı hiçbir sorun yaşanmamaktadır. Ayrımcılık kalkmış, eşitlik sağlanmıştır. Türbanlı-türbansız eğitimi, ehliyeti müsait olan kızlarımız ve kadınlarımız her türlü kamu görevine başvurabilmekte, başarılı olurlarsa atamaları yapılmaktadır. Her türlü kamu kurumunda başörtülü-başörtüsüz yan yana uyum içinde çalışmaktadır. Bu durum başörtüsü yüzünden geçmişte yaşanan çekişmelerin, kutuplaşmaların ne kadar boş, ne kadar gereksiz olduğunu ispat etmektedir. Türban özgürlüğü sağlanınca kimilerinin sandığı gibi ne dünya yıkılmış, ne de laiklik ortadan kalkmıştır. Tersine her şey rayına oturmuş, normalleşmiştir.
Bazı yazarlar ve aydınlar türban tartışmaları sürecinde ısrarla “yaşam tarzı” savunması içinde oldular. Türban özgür olursa laik yaşam tarzının riske gireceğini iddia ettiler. Bugün böyle bir iddianın da temelsiz olduğu anlaşılmıştır.
Bu toplumun kadınları yarı yarıya başını örtenlerle örtmeyenlerden oluşmaktadır. Birini doğru, diğerini yanlış görme şansımız bulunmuyor. Uzaydan kendi arzumuza göre bir kadın toplumu getirme imkânımız da olmadığına göre mevcuda eşitlik içinde saygı göstermekten başka seçeneğimiz yoktur.
Gerçek anlamda demokrasi ve laiklik, toplumu rahatlatan düzenlemelere engel olan değil, ön ayak olan demokrasi ve laikliktir.