2019'un bu ilk yazısında bütün okuyucularımın yeni yılını kutlarım. Bu yazı ve sonraki yazıda 2019 yılı için beklentilerimi paylaşacağım.
Bugün dünyadaki ekonomik görünüm hakkında yazacağım. Pazartesi ise Türk ekonomisini irdeleyeceğim.
BİR EMPERYALİST GÜCÜN MENFAATİNE ŞEKİLLENMİŞ DÜNYA
II. Dünya Savaşı bittiğinde, dünya iki farklı siyasi kampa ayrılmıştı: Bir tarafta SSCB’nin başını çektiği sosyalist ekonomilerden oluşan Varşova Paktı diğer tarafta ise rahmetli Demirel’in ifadesiyle “Hür Dünya İttifakı”, yani kapitalist blok. Her iki blokun da, öncelikli hedefi, askeri açıdan diğerine üstün gelmekti. Tabii ki, birbirine zıt iki ayrı ekonomik sisteme sahip bu bloklarda iktisadi başarı da önemli bir yer tutmaktaydı. Ancak, öncelik askeriydi. Bu yüzden, askeri hedeflere uyarlanmış bir blok içindeki ülkeler, yine bu blokun askeri hedefleri doğrultusunda kendi devlet yapıları, ekonomileri ve dış politikalarını belirlemekteydiler. Tartışmaya gerek yok, bu durum her iki blok içindeki ülkelerin her biri için bir deli gömleği gibi idi. İşte biz, Türkiye olarak, Batı ittifakı içinde bize biçilen rol ve göreve uygun olarak davranmak zorundaydık. NATO’ya girişimizle birlikte resmiyet kazanan bu durum, Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’in sonu anlamına gelmekteydi. Artık Türk ordusu NATO ordusu, Türkiye Cumhuriyeti ise bir NATO ülkesiydi. Ne zaman ülkede bağımsız politika izlenmesini isteyen birileri çıksa, Atlantik Merkezli Emperyalist Güç tarafından kellesi alınmıştı.
İşte, yukarıda Türkiye özelinde anlatmaya çalıştığım durum, bütün Batı ittifakı ülkeleri için de geçerliydi. ABD Batı ittifakını savaş sonrası kendi jeopolitik hedefleri doğrultusunda şekillendirmişti. Yıkılmış Avrupa’yı imar etmiş, Japonya ve Almanya’yı işgal ederek rehin almış, düşman kardeşler Fransa ve Almanya’ya AB’nin temellerini attırmış, kendi parasını küresel para haline getirmiş, IMF ve DB eliyle ülkeleri kendi iktisadi çıkarları yönünde düzenlemişti. Daha sonra Orta Doğu’da diktatörlük ve sultanlıklar eliyle kurduğu egemenliğini, petrol ve enerji arzlarına hakim olarak dünya ekonomisinin kontrolüne çevirmişti. Yani dünyanın yarısı bir emperyalist gücün menfaatine göre şekillenmişti.
1990 yılı Varşova Paktı’nın çöküşü ile birlikte, aynı zamanda, dünyanın diğer kısmının da kapitalistleşme sürecini başlatmıştı. Bu dönem aynı zamanda, dünyada o ana değin görülmedik teknolojik yeniliklerin de başladığı bir dönem olmuştu. Dijital teknolojinin gelişimi, ulaştırma ve haberleşmenin neredeyse sıfır maliyetle gerçekleştiği, dünya para ve sermaye piyasalarını bu yolla entegre olduğu, sanayi mamullerinde üretimin hem miktarının hem de çeşitliliğinin arttığı, tüketicilerin bütün dünyada üretilen mallara erişebildiği ve üreticilerin de bütün dünyadaki müşterilere ulaşabildiği bir dünya vardı karşımızda. İşte bu dünyada bir “yeni dünya düzeninden”, “tek kutuplu dünyadan”, “Pax Americana’dan – Amerikan Barışından” bahsedilir olmuştu. Tarihin sonu gelmişti. Emperyalist Gücün güdümündeki akademi ve basın yayın organları, ABD’nin liderliğinde bütün dünyada serbest piyasa ekonomisinin ve liberal demokrasilerin hakim olacağını, mili devletlerin güçten düşüp bir “yeni dünya devletine” geçiş sürecinin başlayacağını müjdelemekteydiler. Bizde de kendilerini “liberal sol” olarak tanımlayan “liboşlar” bu sürecin işbirlikçi vaizleri olmuştu. Bizim Küreselleşme olarak tanımladığımız bu olgu her ülke için farklı bir anlam içermekteydi.
KÜRESELLEŞMENİN FARKLI YÜZLERİ
ABD için küreselleşme yukarıda da belirttiğim gibi ABD başkanı tarafından idare edilen, New York ve Londra tarafından finanse edilen, Hollywood tarafından eğlendirilen, NATO tarafından “kötü adamlardan” korunan, BM’nin parlamentosu olduğu bir dünya devletine geçiş süreci olarak tanımlanmaktaydı. Fakat bu herkes için böyle değildi. Küreselleşme gelişmekte olan ülkeler için hem fırsatlar hem de tehditler içeriyordu. Gelişmekte olan ülkeler için, küreselleşme, kendi potansiyellerinden daha hızlı kalkınma imkânları sağlarken aynı zamanda milli devletlerin sıfırlanacağı ve ülkelerin Emperyalist Gücün yarı sömürgesi tüketim toplumları olacağı tehdidini de içermekteydi. Çin, birkaç Asya ülkesi ve belki Güney Afrika gibi ülkeler, doğru kalkınma ve sanayileşme politikaları ile tehditleri fırsata çevirmişken, Türkiye, Arjantin, birçok eski komünist ülke ile birlikte fırsatlardan yararlanamadıkları gibi ağzına kadar Emperyalist Güce borçlanmış tüketim toplumlarına dönüştüler. Avrupa Küreselleşme Süreci’nde yeni bir süper güç olma hedefi ile yola çıkmasına rağmen sahip olduğu yapısal sorunlar nedeniyle bu hedefine ulaşamadı ve AB süreci bir hüsranla sonuçlandı. Az gelişmiş ülkeler ise zaten oyun dışıydı. Bu ülkeler için küreselleşme iç savaşlar, açlık, salgın hastalıklar demekti. Bugün bu bilançoyu gördüğümüzde, hiç de “liboşların” bahsettiği gibi bir yeryüzü cenneti olmadığını görmekteyiz.
KÜRESEL KALPAZANLIK, KÜRESEL KUMARHANE VE SİSTEMİN ÇÖKÜŞÜ
Kapitalizmin kendine özgü bir ahlâkı vardır/vardı. En azından başlangıcında böyleydi: Çalışmak, üretmek ve bu üretimini kâra dönüştürmek. Ama kapitalizm geliştikçe ve küçük atölye tipi üretimden dev fabrikalarda üretime dönüldükçe, emek sömürüsü bu sistemin temeli haline geldi. Hızla yükselen sanayi sermayesi ile eş anlı olarak mali sermaye de birikti. Ancak, işin en hayati kısmı, emek sömürüsüyle elde edilen artı değerin üretilmesi için sanayi sermayesinin varlığının zorunlu olmasıydı. Buna karşın mali sermaye, yani bankalar ve finans sistemi, üretilen artığın paylaşımı ve yeniden dağıtımını üstleniyordu. Yirminci yüzyılın başından itibaren mali sermaye toplam sermaye içinde sanayi sermayesinin üstünde bir paya sahipti. Hatta 1929 buhranı öncesinde mali sermayenin toplam sermaye içinde payı yüzde 70’lere ulaşmışken sanayi sermayesinin payı yüzde 30’lara inmişti. Yani üretilen kârlar/artı değer, yeniden üretime yönlendirilmemekte ama bankacılık ve finans sektörü içinde dönmekteydi. Benzeri bir durum 2008 krizi öncesinde de gözlemlenmiştir. 2008 krizi öncesinde mali sermayenin payı yüzde 80 gibi bir orana yaklaşmıştı. 1929’dan bir farkla: 1929 Krizi sadece gelişmiş ülkeleri içine almışken 2008 Krizi bütün dünyaya yayılmıştı. Artık ne de olsa küreselleşme vardı.
Adını koymak lazım: Özelleştirme, liberalleşme, finansallaşma gibi kavramlarla bütün dünyaya dayatılan ve aslında hiçbir değer üretmeden kâr elde etme temelinde yükselen Neo-Liberal sistem bir kumarhane ekonomisidir. Dünyanın yarısı (az gelişmiş ülkeler) açlık, salgın hastalık ve iç savaşla kırılırken diğer yarısı (gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler) küresel kumarhane kârlarından pay kapmak için yarışmaktadır. Teknolojinin sağladığı imkânlar da bu süreci hızlandırmaktadır. 2008 Krizi atlatılmadı, sadece ertelendi ve küreye yayıldı. Başta İslam dünyası olmak üzere, az gelişmiş ülkelerde iç savaşlar en çok sistemin egemeni silah üreticilerinin işine yaradı. Ama bütün bunlar temeli aşırı üretim ve aşırı yatırıma dayanan bu krizin, kapitalizmin kendi içinde de sermayeler arası bir savaşa yol açmasıyla şiddetlenen yapısal sebepleri ortadan kaldırılamamıştır.
Bu mali sistemle, bu eşitsizlik üreten siyasi ve ekonomik düzenle, üretimi değil üretmemeyi teşvik eden bu “yeni dünya düzeniyle” dünya kapitalizmi hızla büyük bir krize doğru gitmektedir. 2019 yılı bunun öncü göstergelerinin ortaya çıkacağı bir yıl olacaktır. Bize kırk yıldır öğretilen “paradan para kazanmanın dayanılmaz hafifliğini” buruşturup atmamız ve yeniden emeğe, üretime hak ettiği yeri veren erdemli bir dünya düzeni kurmamız zorunludur.
Cumanız mübarek olsun.