TARİHİ NATO ZİRVESİNİN ARDINDAN, TÜRKİYE'NİN KAZANIMLARI VE YENİ RİSKLER

Faruk AKTAŞ 01 Tem 2022

Faruk AKTAŞ
İspanya'nın başkenti Madrid'teki NATO Liderler Zirvesi sona erdi.

İspanya’nın başkenti Madrid’teki NATO Liderler Zirvesi sona erdi.

Uzmanların çoğuna göre yeni bir soğuk savaş döneminin başlangıcı olması açısından tarihi bir zirve.

Kişisel kanaatim soğuk savaşın ötesine geçen, İkinci Dünya Savaşı öncesi bir döneme girildiği yönünde. Yani bu zirvenin ardından yeni bir dünya savaşı hiç olmadığı kadar yakın.

Konunun bu boyutundan önce zirvenin Türkiye ile ilgili yönlerine bakmakta yarar var.

Malum, zirve öncesi en çok tartışılan konulardan biri Türkiye’nin, NATO’ya üyelikleri gündeme gelen İsveç ve Finlandiya’ya yönelik veto kartını masaya sürmesiydi.

Zirve öncesinde NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg’in gözetiminde Türkiye ile adı geçen iki ülke arasında varılan bir mutabakat ile bu kriz aşıldı.

Açıkçası, bir-iki hafta gibi kısa bir sürede İsveç ve Finlandiya’nın Türkiye’nin taleplerinin tamamına yakınını kabul eden bir anlaşmaya imza atmasının benim açımdan sürpriz olduğunu ifade etmeliyim.

Kişisel beklentim, başta ABD ve İngiltere olmak üzere İttifak’ın büyük ortaklarının her iki ülkeye birkaç konuda küçük bazı tavizler verdirip, Türkiye üzerinde ciddi baskı kurmak suretiyle bu veto engelini aşmaya çalışacakları yönündeydi.

Gerçi Ankara ilk günden itibaren, talepleri karşılanmadan hiçbir şekilde vetosunu geri çekmeyeceğini deklare etti ancak buna rağmen ABD ve onunla birlikte hareket eden ülkelerin bu yolu izleyeceğini düşünüyordum.

Ancak öyle olmadı.

İsveç ve Finlandiya Türkiye karşıtlığıyla zehirlenmiş olan kamuoylarının beklentilerinin aksine ciddi şekilde geri adım atarak Ankara için zafer diye nitelenebilecek bir mutabakat metnine imza attılar.

Her iki ülke de zaten PKK’yı terör örgütü olarak kabul ediyordu ancak buna karşın özellikle de İsveç’in bu terör örgütünün Avrupa’daki üssü haline geldiği de sır değildi.

Her iki ülkenin, terörizmle mücadele konusunda Türkiye ile dayanışma içinde olacakları yönündeki laflar beklenen taahhütlerdendi.

Ancak mutabakat metninin 5. maddesinde yer alan “Finlandiya ve İsveç, PKK’nın yasaklanmış bir terör örgütü olduğunu teyit eder. Finlandiya ve İsveç, PKK ve diğer tüm terörist örgütlerin, bunların uzantılarının faaliyetleri ile iltisaklı kuruluşlar ve paravan örgütler içerisinde yer alan veya bu terör örgütleriyle bağlantısı bulunan şahısların faaliyetlerini engelleyeceklerini taahhüt eder. Türkiye, Finlandiya ve İsveç bu terör örgütlerinin faaliyetlerini engellemek amacıyla aralarındaki iş birliğini artırmaya karar vermişlerdir.” şeklindeki ifadenin oldukça güçlü ve önemli olduğunu belirtmek gerek.

Her ne kadar, 4. maddenin giriş bölümündeki, “Müstakbel NATO Müttefikleri olarak Finlandiya ve İsveç, milli güvenliğine yönelik tüm tehditlere karşı Türkiye’ye tam destek verirler. Bu çerçevede, Finlandiya ve İsveç, PYD/YPG ve Türkiye’de FETÖ olarak tanımlanan örgüte destek sağlamayacaklardır.” ifadelerinden her iki ülkenin PYD/YPG’yi terör örgütü olarak tanıdığı anlamı çıkmasa bile hem bu örgütlerin Türkiye’ye yönelik tehdit oluşturduğunun altının çizilmesi hem de her iki ülkenin bunlara destek sağlayacaklarını yazılı mutabakatla taahhüt etmeleri de önemlidir.

Zira kimse her iki ülkeden Türkiye ile birlikte bu terör örgütlerine karşı mücadele etmeyi beklemeyen yok zaten.

Türkiye’nin yaklaşımı, “Destek vermeyin, koruyup kollamayın yeter” şeklindeydi.

Yani, “Gölge etmeyin başka ihsan eylemez.”

Öte yandan ilk kez bir uluslararası belgede FETÖ’nün “Türkiye’nin terör örgütü olarak tanımladığı örgüt” olarak da olsa isminin geçmesinin bu terör örgütüyle mücadelede Ankara’nın elini çok daha güçlendireceğinin altını çizmekte yarar var.

4 ve 5. Maddelerde verilen taahhütlerin devamı niteliğindeki 6. maddede yer alan “her iki ülkenin terörle mücadele kapsamında hızla mevzuatlarında değişikliğe gidecekleri” yönündeki taahhütler ile 7 maddede yer alan “her iki ülkenin Türkiye’ye yönelik silah ambargosunu kaldıracakları”na dair taahhütler de aynı şekilde oldukça önemlidir.

Bu mutabakatın ardından tartışılan konulardan birisi, her iki ülkenin de taahhütlerini yerine getirmemesi halinde ne olacağı konusudur.

Bu konuda bilinmesi gereken, Türkiye’nin veto kartını hâlâ elinde tuttuğudur.

Her iki ülke de, Türkiye’nin veto kartını geri çekmesiyle sadece NATO’ya aday ülke statüsü kazanmışlardır.

Üyelik sürecinin tamamlanması için önce NATO üyesi tüm ülkelerin devlet ve hükümet başkanlarının nihai senedi imzalanması ve sonrasında bunun tüm ülkelerin parlamentolarından geçmesi şartı bulunmaktadır.

Bu süreç tamamlanıncaya kadar Türkiye’nin veto kartı elinde saklı olacaktır.

Her iki ülkenin söz konusu taahhütlerini yerine getirmemesi halinde Türkiye bu kartı kullanmaya devam edebilecektir.

Tüm bu açılardan bakıldığında Türkiye veto kartını heba etmediği gibi, gerek terör örgütü PKK ve PYD/YPG dâhil tüm uzantıları ile gerekse de bir diğer terör örgütü FETÖ ile mücadelede oldukça önemli kazanımlar elde etmiştir.

Türkiye, İsveç ve Finlandiya arasında varılan anlaşmanın ardından PKK’nın, söz konusu mutabakatı kendilerine yönelik “düşmanca bir karar” olarak nitelendirmesi ve İsveç ile Finlandiya’ya yönelik tehdit içeren açıklamalarının, mutabakatın Türkiye açısından büyük bir zafer olduğunun en önemli kanıtlarından birisi olduğunu düşünüyorum.

Ancak Madrid’teki zirvenin Türkiye için büyük bir kazanım içeren bu boyutu dışında, yazının giriş bölümünde dile getirdiğimiz, bizi de içine alan tüm Avrupa kıtasının ciddi bir savaşın eşiğine gelmiş olması gerçeğiyle de karşı karşıyayız.

Zirvenin sonuç bildirgesinde Rusya’nın açık şekilde düşman ilan edilmesi ayrıca ilk kez Çin’e de “ayağını denk al” denmesi, küresel gerilimin tırmanacağını gösterdiği gibi özellikle de Rusya ile NATO arasında sıcak bir savaşın çıkma olasılığını oldukça arttırmıştır.

Bundan sonraki süreçte Türkiye her ne kadar NATO üyesi olsa bile Rusya-Ukrayna savaşında olduğu gibi mümkün olduğunca tarafsız ve dengeli bir pozisyonda kalmayı başarması, bu açıdan NATO’ya dair üyelik görevlerini yerini getirirken Moskova ile ilişkileri güçlü tutmaya çalışması her zamankinden daha önemlidir diye düşünüyorum.