​NAKŞİBENDİLİK: DOĞUŞ VE DEĞİŞİM

Prof. Dr. D. Murat DEMİRÖZ
Tüm Yazıları
Geçen Pazartesi Hacegân yolu ve onun düsturlarını belirleyen Abdülhalik-i Gucdevânî Hazretlerinden bahsetmiştik.

Geçen Pazartesi Hacegân yolu ve onun düsturlarını belirleyen Abdülhalik-i Gucdevânî Hazretlerinden bahsetmiştik. Hâce Abdülhalik’ten sonra Hâcegân yolu bir dizi büyük mutasavvıf tarafından geliştirildi. Bunların sırasıyla isimleri şöyledir: Ârif-i Reyvegerî, Mahmud Encîr Fagnevî, Ali Ramitenî, Muhammed Baba Semmâsî, Seyyid Emir Külâl ve Hâce Muhammed Bahaüddin Şah-ı Nakşibend. Son isim Hâcegân yolunu Nakşibendiliğe dönüştüren ve temel kurucu düsturlarına eklemeler yapan Şâh-ı Nakşibenddir. Ondan sonra artık bir Nakşibendi tarikatından söz edebilmek mümkündür. 

ŞÂH-I NAKŞİBEND: TARİKATIN KURUCUSU

Ali Ramiteni’den itibaren Hâcegân büyükleri cehrî zikre (açık, yüksek sesle zikre) yönelmişlerdi. Aynı zamanda belli bir dönem halvete girmek, sema ya da semah dönmek de bu dönemden itibaren Hâcegân Yolu’nun belirleyicisi idi. 1318 – 1389 yılları arasında yaşamış olan Buhara doğumlu Hâce Bahaüddin Şah-ı Nakşibend yeniden cehrî zikrden hafî zikre (sessiz, içten yapılan zikre) döndüğü gibi halvet ve sema’yı reddetmişti. Bu konuda TDV İslâm Ansiklopedisi’nden Hamid Algar’ın yazdığı Nakşibendiyye maddesine göz atalım: 

“Bahâeddin Nakşibend’in Hâcegân silsilesinde niçin hâkim bir konuma yerleştirildiği ve silsilenin önemli bir halkası olmaktan ziyade niçin Nakşibendîliğin pîri kabul edildiği açık değildir. Onu daha önceki hâcelerden farklı kılan tek husus hafî zikir konusunda ısrarlı olmasıdır. Nitekim kendisine yöneltilen bir soruya verdiği cevapta cehrî zikri, halveti ve semâı reddetmiş, “Tarikin neleri içermektedir?” denildiğinde “zâhirde halk, bâtında Hak ile olmak” (halvet der encümen) şeklinde cevap vermiştir (Câmî, s. 391). Bu ifade, ilk dönem Nakşîliğinde merkezî öneme sahip sekiz ilkeden (kelimât-ı kudsiyye) biridir. Şeriata bağlılığı vurgulayan diğerleri de Horasan Melâmetiyyesi’nin temel ilkelerinin bir nevi devamı mahiyetindedir. Dolayısıyla tarikatın Melâmetiyye’nin ilkelerini tevarüs ettiği söylenebilir. Tarikat Alevî silsileye (silsiletü’z-zeheb) sahip olmakla birlikte Sünnîliğe güçlü bir şekilde bağlıdır, Bekrî silsilenin ön plana çıkarılması da bu bağlılığa işaret etmektedir.”

Tasavvuf deyince akla vahdet-i vücut gelir. Vahdet-i vücut bütün varlığın bir olduğu düşüncesi temelinde evrendeki her şey, iş ve oluşun Allah’ın isim ve sıfatlarının bir yansıması olduğu görüşüdür. Bu açıdan çok ince farklarla Tanrı’nın evrenin ruhu evrenin de Tanrı’nın bedeni olduğunu vaaz eden panteist düşünceye benzetilir. Ancak panteizmle temelde farklılaşır. Vahdet-i vücudu savunan, ismini koymasa bile fikri bulup geliştiren Muhyiddin-i Arabi’dir. Bir çok fâkih ve Şeriat uleması bu görüşe karşı çıkmışlardır. Pekiyi Hâcegân Yolu büyükleri vahdet-i vücuda nasıl bakıyordu? Yine Hamid Algar’a kulak verelim: 

“Nakşîlik’te Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin bazı sistematik düşüncelerine yönelik eleştirel bir tavır söz konusudur. Ancak bu tavrın, tarikatın Müceddidiyye kolunun kurucusu İmâm-ı Rabbânî Ahmed-i Sirhindî öncesinde kökleri bulunmamaktadır. Ubeydullah Ahrâr, Muhammed Pârsâ ve Abdurrahman-ı Câmî gibi ilk dönem Nakşibendî şeyhleri İbnü’l-Arabî’nin vahdet-i vücûd görüşünü benimsemişlerdir. Geç dönem Nakşîliğinin siyasetle ilişkileri abartılı şekilde bütün Nakşibendî geleneğinin bir özelliği olarak tanıtılmak istenmiştir. Halbuki VIII. (XIV.) yüzyıldan itibaren Yeseviyye, Kübreviyye ve Nakşibendiyye şeyhleri dahil Orta Asya şeyhlerinin büyük bir kısmı aynı esasları paylaşıyordu. Şeriata bağlılık, bir şeyhin denetimi altında olmak, bazı durumlarda siyasî faaliyette bulunmaktan ibaret olan bu esaslar Bahâeddin Nakşibend’den sonra Ubeydullah Ahrâr, Ahmed-i Sirhindî ve Hâlid el-Bağdâdî’de korunarak merkezî bir doktrin niteliği kazanmıştır.”

Buradan anlayacağımız Hâcegân Yolu’nu Anadolu Erenlerinin benzeri cehri zikir yapan, sema dönen ve halvete giren, şehvet – şöhret – servetten kaçınan, vahdet-i vücut inancına bağlı bir yol olarak görebiliriz. Burada aynı kökten geldikleri Yesevîlikle olan ilişkileri de önem kazanmaktadır. Hâce Bahaüddin Şah-ı Nakşibend işte bu çizgiden temel ayrılma sergilemiştir: Müzik ve semayı bırakmış, cehri zikirden hafî zikire dönmüş ve halvet uygulamasını terk etmiştir. Ancak Yolun diğer unsurlarını, özellikle vahdet-i vücut inancını savunmuştur. Ayrıca sekiz düstura üç ayrı düstur da eklemiştir: 

Vukuf-ı Zamanî: zamana vakıf olup ömrün her geçen anını kontrol altında tutup boşa zaman geçirmemek. 

Vukuf-ı Adedî: çekilen zikir sayılarına hakim olmak ve daima tek sayılarda zikir çekmek.

Vukuf-ı Kalbi: kalp atışlarına konsantre olarak insanın kalbinin daima Allah’la beraber olmaya yoğunlaşmasını sağlamak.

ŞAH-I NAKŞİBEND’DEN İMAM-I RABBANİ’YE

Hâce Bahaüddin Şah-ı Nakşibend’den sonra Hâcegân Yolu artık Nakşibendi Tarikatına dönüşmüştür. Şah-ı Nakşibend’i takip eden şeyhler sırasıyla şöyledir: Yakub-u Çerhî, Alaeddin-i Attâr, Ubeydullah Ahrar. Hâce Ubeydullah Ahrar Timur devri ve sonrasında yaşamış ve hatta Timur’un ona intisap ettiği de söylenmiştir. İstanbul’un Fethine destek için dervişlerini halifesi Abdullah-ı İlâhî liderliğinde yollamıştır. O zamanki haliyle Anadolu Tasavvufu ve temsilcileri olan Bektaşi, Mevlevi ve Bayrami tarikatları ile Nakşibendiliğin arasında ritüeller dışında temel bir fark olmadığı söylenebilir: Hepsi vahdet-i vücut inancına sahipti ve tasavvuf yolunun dinin özü olduğuna, tarikat makamının da şeriat makamının üzerinde olduğuna inanmaktaydılar. Pekiyi bundan sonra Nakşibendilik nasıl dönüştü?

Hâce Ubeydullah Ahrar’ın soyundan geldiği söylenen Kâbil’de doğmuş ama Delhi’de bir dergâh kurmuş olan Nakşibendî Şeyhi Hâce Muhammed Bakibillah kendisine gelen genç ve yetkin bir Hintli âlimi eğitimi altına aldı. Bu alim ileride kısaca İmâm-ı Rabbanî olarak bilinecek Ahmed-i Faruk-i Serhendi’dir. Kendisi tasavvuf büyüklerince ve tarikat erbabınca “Müceddid-i Elf-i Sâni / İkinci Bin Yılın Yenileyicisi” ünvanı ile de onurlandırılmıştır. 

Şâh-ı Nakşibend’den bu yana gelen vahdet-i vücut inancı içindeki Nakşi Yolu İmâm-ı Rabbâni ile yeni bir kırılma içine girer. O Mektubat’ında yazdığı gibi vahdet-i vücuda ve Muhyiddin-i Arabî’ye muhalif değildi. İbn-i Teymiyye ve selefiler gibi onu tekfir de etmiyordu. Ancak vahdet-i vücut anlayışının manevi eğitimde / yolculukta yetersizlikten kaynaklanan algı hatası olarak yorumluyordu. İmam-ı Rabbânî, tasavvufun ve tarikatın önünde sonunda şeriatın üstüne çıkamayacağını da söylüyordu. Bu konuda TDV İslâm Ansiklopedisi’nden yine Hamid Algar’ın yazdığı İmam-ı Rabbani maddesine göz atalım:

“Genellikle tasavvuf literatüründe tarikat şeriatın özü veya şeriatın bir derece ötesindeki mertebe olarak görülmüştür. Bu görüş her iki durumda da tarikatın şeriata üstünlüğünü iddia eder. Sirhindî ise tarikatı şeriatın bir hizmetçisi haline dönüştürür. Şeriatın üç kısmı vardır: İlim, amel ve ihlâs. Bu üçü kâmilen bir arada bulunmadıkça şeriat tam mânasıyla tatbik edilmez. Sûfîleri toplumdaki diğer insanlardan ayıran tarikat şeriatın bir hizmetçisi olup görevi ihlâsı kemâle erdirmektir. Tarikata intisap etmekten maksat yalnızca şeriatı mükemmel bir şekilde yaşamaktır, yoksa şeriata ilâveten yeni şeyler ortaya koymak değildir (a.g.e., I, 100-101). Bu tür ifadeleri değerlendirirken onun sadece İslâm’ın hukukî esaslarını değil vahiy yoluyla gelen dinin tamamını kastettiğini unutmamak gerekir.”

“Tarikata intisap etmekten maksat yalnızca şeriatı mükemmel bir şekilde yaşamaktır, yoksa şeriata ilâveten yeni şeyler ortaya koymak değildir.” İşte Kalenderi ve Melametiler ile aynı kökenden çıkmış, Abdalân-ı Rum ile aynı kazanda pişmiş bir yol gele gele tasavvufu “şeriatı mükemmel bir şekilde yaşamak” olarak tanımlamaya gelmiştir. Bu değişim nasıl gerçekleşti? Kısaca belirtelim: Bâbürlü İmparatoru Ekber Şah bütün dinleri birleştiren ve Muhyiddin-i Arabinin görüşlerini de ön plana çıkaran Din-i İlâhi adında yeni bir imparatorluk dini kurmaya çalışıyordu. İmam-ı Rabbani’nin yaşadığı dönem tasavvufi fanteziler peşinde koşulacak zaman değil, dinin aslına koruma zamanıydı. O dönem için İmam-ı Rabbani gerekli mücadeleyi yapmıştı. Kendisi karşı olmasa bile vahdet-i vücuda karşı bir tavır takınması da, yine, Ekber Şahın uydurma dininin Muhyiddin-i Arabi ve vahdet-i vücut inancına dayanmış olmasıydı. Bu yüzden İmam-ı Rabbani sıkı bir şeriat ve ehl-i sünnet savunusu üzerine görüşlerini oturttu. 

Ta Yusuf-u Hemedâni’den gelen batınî tasavvuf yolu ilk önce Şâh-ı Nakşibend döneminde erkân ve ritüelleriyle farklılaşmıştı, daha sonra da İmam-ı Rabbani’nin eserlerinde titiz bir şeriat uygulamasından başka bir şey olmayacak hale getirilmişti. İmam-ı Rabbani kendi zamanına göre haklı olabilirdi. Ancak açtığı yol, zaman içinde, özellikle orta doğu coğrafyasında selefiliğe yakın bir bakış açısına evrilecekti. Bu da bugünkü cemaatlerin çoğunun dayandığı Mevlâna Halid-i Bağdadi Hazretlerinin hikâyesidir. Bu hikâyede haftaya kalsın…