HALININ ALTI

Refik ERDURAN 30 May 2016

Refik ERDURAN
Tüm Yazıları
Kıskançlık zararlı bir duygudur. Kıskanılana değil, kıskanana zararlı. Çünkü kişinin enerjisi kendi durumunu iyileştirmeye yarayacak yerde başkalarıyla uğraşmaya gider.

Kıskançlık zararlı bir duygudur. Kıskanılana değil, kıskanana zararlı. Çünkü kişinin enerjisi kendi durumunu iyileştirmeye yarayacak yerde başkalarıyla uğraşmaya gider. Onun için, her insanın kendi içindeki haset yatkınlığını dizginlemeye çalışması akıllılıktır. İrade gücünün devreye sokulmasıyla bunun başarılması kolaydır da. Tek istisnayla: Cinsel kıskançlığın -özellikle erkek beyninde- frenlenmesi zor değil, neredeyse olanak dışıdır. Çünkü doğaldır. Öyle dizayn edilmiştir kafadaki şebeke. Hiçbir horoz tüyleri daha parlak ya da daha uzun ötüyor diye başka horoza haset etmez. Ama kümese girip tavuklara yanaşırsa saldırır. “İnsanlar horoz değildir” demeyin. Shakespeare’in kıskançlığın korkunç gücünü anlattığı tragedyasının kahramanı Othello da horoz değildir. O gücün örneklerini günümüzdeki gazete başlıklarında gördükçe ürperiyorum. Hollywood stüdyoları gelirlerinin büyük bölümünü dış pazarlardan sağladıkları için yabancı gazete temsilcilerine çok önem verirler. Milliyet’in Batı Amerika haber bürosunun yöneticiliğini yaptığım yıllarda Türkiye de onlar için yağlı pazardı.

Eşim Leyla iyi kullanırdı o kozu. “Star” denen pek çok oyuncu evimizin müdavimi olmuştu. Türkiye’den gelen konuklar o “önemli” kişilerle karşılaştıkça şaşırırlardı. Oysa gerçekte ortamın güçlü insanları yapımcılar ve yönetmenlerdi; söz konusu kişiler ise stüdyoların kullandıkları malzemeydi sadece. İnanmakta güçlük çekebilirsiniz ama, pek çoğunun en çarpıcı ortak özelliği de zekâ düzeylerinin vasat altında oluşuydu. Evet, sahne panosu gibi iki boyutlu insanlardı. Kişilik namına pek bir şey yoktu göstermelik çekiciliklerinin gerisinde. İstisnalar vardı elbette. Kadınlar arasında bana en ilginç geleni Natalie Wood’du. Hep insanın ciğerini okuyarak bakan kocaman kara gözleriyle cin gibiydi. Dili de sipsivriydi ama kişiliği öyle sevimliydi ki batmazdı insana. Yanında azarı hak ettirecek bir şey yapmadığım halde beni gülerek haşlamıştı:

“Bana bak, senin karın buradaki şıllıkların hepsinden hoş. Ama sen yine de önüne gelenle flört etmeye kalkan avanak kocalardansın. Aklın varsa başına al!” Oysa kendisi garsona saat sorsa kırıştırdığı izlenimi veren flörtçülerdendi. Kocası Robert Wagner ile aralarında belirgin bir gerginlik vardı. Bunun profesyonel kıskançlıktan da ileri geldiği söyleniyordu. Gerçekten Natalie parlak bir dönem yaşarken adamın ünü onunkinin yanında sönük kaldığı için inanmıştım o yoruma. Yurda döndükten sonra bir gün “Natalie Wood deniz kazasında boğuldu” haberini alınca kanım dondu. Denize kocası tarafından atıldığı kuşkuları da vardı.     

Ancak polis kesin kanıt bulamadığını söyledi, dosya kapandı, olay sisler arasında havada kaldı. (Spor yıldızı O. J. Simpson’un ilk davasında ve Kennedy cinayetlerinde olduğu gibi). Daha sonra Amerika’da çıkan Goodbye Natalie adlı kitapta bir kaptanın ifşaatını okuyunca şoka girdim. Adam “kaza” günü Natalie ile Robert Wagner’i ve bir başka aktörü geziye çıkardığını, teknede üçü arasında gerginlik yaşandığını, sonra karı kocanın kamaralarında tartıştıklarını, gece Wagner’in kadını botla alıp götürdüğünü söylüyor, kaza denenin cinayet olduğunu söylüyordu. Ben para gücünün ve nüfuzun neleri örtbas edebildiğini iyi bildiğim için iddiaya inanmakta zorlanmadım. Bizde beteri örnekler yaşanmıyor mu durmadan?