​"EĞİTİM" DEĞİL "MAARİF" (KÜLTÜREL İKTİDAR-4)

Doç. Dr. Can CEYLAN
Tüm Yazıları
Son üç yazımı özetleyerek başlayayım.

Son üç yazımı özetleyerek başlayayım. Kültürel iktidârın, hegemonik bir güç kullanımı olmadığını ve kültürel iktidar olmanın şartlarından en önemlisinin diğer kültürlerden beslenmek ve diğer kültürleri beslemek olduğuna değinmiştim. Konu dönüp dolaşıp kültürel iktidârın özgür düşünen ve bireysel anlama becerisini geliştirmiş olan bireylerden meydana gelen toplum yapısına ve bunun da eğitim sistemimizin değişmesi gerektiğine gelmişti.

“Millî Eğitim Bakanlığı”nın kurumsal yapısı altında işleyen ve temelde “tevhid-i tedrisat” anlayışı ile çalışan “millî eğitim sistemimiz”in ne kadar ‘millî’ ve ne kadar ‘sistem’ olduğunu tespit edilmeden, her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının en az on iki sene içinde bulunmak zorunda olduğu (!) eğitim sistemimizdeki hiçbir yenilik işe yaramayacaktır.

Ulus-devlet modeli ile kurulan Türkiye Cumhuriyeti devleti olarak, lafa gelince çok övündüğümüz “Anadolu’nun kültür mozaiği”ni görmezden gelen eğitim anlayışına sâhibiz. Kültür mozaiğini zenginleştiren coğrafî ve iklim şartları bile dikkate alınmadan işlemeye zorlanan bu anlayışa, kendine âit bir felsefî olması hasebiyle “sistem” diyebiliriz. Ama bu sistem, çalışmama ve çalıştırmama felsefesine dayanıyorsa, ki öyledir, değiştirilmesi gerekmektedir ve değiştirilmelidir.

Düz bir şeyi yamultmak anlamına gelen “eğmek” fiilinden türemiş/türetilmiş olan “eğitim” kavramına mümkün olan en iyimser şekilde bakıp, “bir şeye yeni bir şekil vermek” anlamı çıkartabiliriz. Ancak bu kadar iyimserlik, iyilikten maraz doğması gibi, kötü sonuçlar doğurmaktadır.

“Millî” olmak ile “ırkçı” olmanın arasında farkı tefrik edemeyen ya da “millî” kavramındaki müspet anlamı ırkçılık için suistimâl eden bir anlayışın sonuçlarını eğitim sistemimizde gördük. Bir taraftan resmî dilde eğitim yapmak anayasal bir zorunlulukken, İngilizce eğitim yapan okulların itibar görmesi, diğer taraftan bu ülkenin ana unsurlarından olan Kürt vatandaşlarımızın anadillerini değil eğitim sisteminde kendi anne-babalarıyla konuşurken kullanmalarının suç olduğu günler çok da uzak değildir. Uzakta olmayan bir “eğitim faciâmız” da “Baba beni okula gönder” adlı kız çocuklarının okula gitmesini teşvik eden kampanyalarla eş zamanlı olarak kız öğrencilerin imam-hatip liselerine ve ilâhiyat fakültelerine bile başörtülü girmelerinin yasaklanmasıdır.

Maarif, İrfan ve Ârif İnsanlar

Kültürel iktidârın ihtiyaç duyduğu “FİKRİ HÜR, VİCDÂNI HÜR VE İRFÂNI HÜR” bireylerin, Ankara’daki bakanlık odalarındaki kurullarca oluşturulan müfredatla yetişmeleri mümkün değildir. Zira, maariflikten uzak, eğen ve yamultan bir sistemden “ârif insanlar” çıkmaz. Çıkanlar da bu eğitim sistemine “rağmen” ve Allah’ın bir lütfu olarak çıkmaktadır.

Burada, okullarımızda görev aşkı ile hizmet eden ve ülkemizin geleceğini emânet edeceğimiz çocuklarımızı yetiştiren idealist öğretmenlerimizi tenzih ederek kendi çocuğumun okulunda yaşanan bir olaydan bahsetmek istiyorum. Bu olay, “millî eğitim sistemimiz”in çarklarını oluşturan öğretmenlerimizin nasıl bir çıkmazda olduğu gösteren bir örnektir.

Ortaokul üçüncü, yani yedinci sınıf öğrencileri bir gün ders sırasında öğretmenlerinin söylediği bir şeye itiraz ederler ve olması gerektiği gibi, hiçbir saygısızlık yapmadan fikirlerini açıklarlar. Öğretmen, gelen karşı fikirlere öğrencileri tatmin edici cevaplar veremez ve “bilmiyorum” ya da “bunu hiç düşünmemiştim” gibi örnek olacak karşılık vermek yerine, yetersizliğini örtmek için şöyle bir cevap verir: “Bana itiraz etmeyin. Ben sizin öğretmeninizim; bana itiraz etmek Başöğretmen Atatürk’e itiraz etmektir.”

Bu gibi örnekler keşke az olsa. Hepimizin içinden geçtiği ve bizi bir yarış hâline geline sınavlara “hazırlamak”tan başka pek işlevi kalmamış olan eğitim sistemimizin bugünden yarına ve devrimsel değil, uzun vâdeli evrimsel bir değişim sürecine sokulması kaçınılmazdır. Artık mızrağın tamâmı çuvaldan çıkmıştır. Bu sistemden çıkacak nesillerin ne kendileri adına, ne ülkemiz adına ne de insanlık adına yapacakları bir şey yoktur. Eskilerin dediği gibi, “Kem âlet gibi, kemâlat olmaz.”