"Müesses nizama karşı olan herkes sadece filmlerde değil, gerçek hayatta da karikatürize edilerek aynı şekilde "itibarsızlaştırılmıyor mu?"
Oldum olası popüler film ve müziklerden uzak duruyorum. Zira her popüler olanın sürekli “mutlaka izlenmeli ya da dinlenmeli” dayatmasına karşı ciddi bir alerjim var.
Don’t Look Up’ı da bu ön yargımla geçtiğimiz gün izledim.
“Mahalle baskısı” kategorisi kontenjanından Oscar alan Leonardo DiCaprio’nun oynadığı filmleri de direkt es geçmekle meşhurum kendi çevremde.
Merak etmeyin, Amerikan romantik komedilerinin sonu gibi bu kadar duble ön yargılarla izlediğim filmi “beğendim” diyerek mutlu sonla bitirmeyeceğim bu yazıyı.
Çünkü işin açıkçası hiç beğenmediğim gibi, kara mizahı da ne güldürdü ne de düşündürdü.
2020 yılından bu yana yaşadıklarımızın abartılarla dolu “evrimleşmiş” bir özetini izledik. Aynı klişeler, aynı temalar ve aynı vermek istediği mesajlar…
Sabah yazarı Melih Altınok’un da dediği gibi bu film hakkında daha fazlasını söyleyemeyeceğim:
“Kitleleri avanaklaştırıp, dünyanın ilk on zengininin sahibi olduğu, domine ettiği medya platformlarında, tam kadro müesses nizamın arkasında duran Hollywood yapımlarıyla yeni kapitalizm ve sermaye eleştirisi yapılabileceğine inandırıyor.”
Sizin de fark ettiğiniz gibi Meryl Streep’in oynadığı ABD Başkanı rolü Trump’a, Mark Rylance’nin oynadığı teknoloji şirketi sahibi rolü de Elon Musk’a denk düşüyor.
O kadar dayanılması zor karakterler oluşturulmuş ki insanın sinirini bozmadıkları bir saniye bile yok, gerçek dünyada olduğu gibi bu iki isim filmde de “şeytanileştirilerek” anlatılmakta, dünyanın sonu gelmeye yakınken bunların derdinin kapitalist düzenin gereği “paradan” başka bir şey değil.
Müesses nizama karşı olan herkes sadece filmlerde değil, gerçek hayatta da karikatürize edilerek aynı şekilde “itibarsızlaştırılmıyor mu?”
Zira Hollywood bunu artık kendi elleriyle yapıyor.
Düşünün, La Casa de Papel dizisinde bir ülkenin ulusal servetini soyan hırsızların kazanmasını isterken, Joker filminde de katil bir insanla kendimizi “empati” yapar halde bulmadık mı son birkaç yıl içinde?
Çünkü soyguncudan da, katilden de, sahtekârdan da “kötü bir sistem var” ve bu sistemle ancak “kötücül bir şekilde mücadele edilebilir, bu sistem bu kötücül planlarla” yıkılabilir.
Verilen bu mesajla her şey mubah…
Sistem kendi kendini kötüleyerek kendine muhalif olanlarla izleyici arasında bir bağ kurdurmayı son zamanlarda beyazperdede başarıyor.
Don’t Look Up’ta çok farklı değil.
Medya da filmde düşman olarak gösterilen başka bir aygıt, sürekli gerçekleri örttüğü ya da dikkate almadığı mesajı veriliyor.
Ve son iki yıldır yaşadığımız gibi “bilimsellik adı altında sınıfsal ayrımcılığa varan gelişmelere” kayıtsız şartsız bir şekilde inanmamız, sorgulamamamız ve bize tek bir kaynaktan sunulan “tekelleşmiş bilime” sonu ne olursa olsun boyun eğmemiz gerektiği öğretilmiyor mu?
Farklı “bilimsel” çalışmalar örtbas edilerek, tartışma zemini ortadan kaldırılarak…
Peki sonunda maskesiz yemek yediğimiz kalabalık restoranlarda garsonların maske takmak zorunda olduğu bilimle alay eden bir sistemin nasıl da “sınıfsal ayrımlar” getirdiğini konuşmayacak mıyız?
Küresel sermayeli yapımların herkesin eşit olduğu ve sosyal paylaşımın esas alındığı bir devrim mesajı gerçekten ve yine “hepimizin iyiliği” için mi?
Günün sonunda başımızın aşağıya eğilmemesi ve istediğimiz yöne özgürce çevirmemiz için “sistem kendini yeniliyor ama bizim için mi yoksa başka bir şey için mi” sorusuna cevap aramalıyız.