Ülkemizin 10 ilini içine alan deprem felâketi ve bundan 24 yıl önce yaşadığımız Marmara Depremi'nin bize verdiği en önemli ipucu, Türkiye'de yeni bir kentleşme stratejisinin oluşturulmasıdır.
Daha önce küreselleşme sürecinde ülkelerin ticarette karşılaştırmalı üstünlüklerini belirleyen etkenlerden birinin metropoller olduğundan bahsetmiştim. Metropollerde yığın ekonomilerine bağlı olarak belli sektörlerde verimlilik artışı gerçekleşiyordu. Sadece maliyet düşüşü değil aynı zamanda inovasyonu teşvik eden yapısıyla dinamik etkiler de metropollerde oluşmaktaydı. Bir metropolün ülkenin rekabet gücüne olumlu katkı yapması için, o metropolün bir küresel şehir olması da fazladan avantaj sağlamaktaydı. Küresel şehirler küresel finans, ticaret ve enformasyon ağının düğüm noktalarını oluşturan, ülkeyi dünya ekonomisine entegre eden metropollerdi. Bütün bu özellikler içinde deprem ihtimalinden hiç bahsedilmemekteydi.
Ülkemizin 10 ilini içine alan deprem felâketi ve bundan 24 yıl önce yaşadığımız Marmara Depremi’nin bize verdiği en önemli ipucu, Türkiye’de yeni bir kentleşme stratejisinin oluşturulmasıdır. Bu kentleşme stratejisi sadece kentsel iktisat teorisinde bahsedilen kentsel alanların lokasyona göre getiri ve maliyetleri ve bunun ülke ekonomisinin toplam kalkınma sürecine katkısı değil, aynı zamanda, olası depremlerde oluşacak maliyetlerin de minimum düzeye indirilmesini hedeflemelidir. Dolayısıyla Türkiye olarak bizim karşılaştığımız problem teorik problemden daha karmaşıktır.
Hem 1999 hem de 2023 depremlerinde elimizdeki ipuçları, bize, 1950’lere kadar giden bir genel kalkınma ve planlamada stratejik hatalar yaptığımızı söyler. Yeni bir kentleşme stratejisini ortaya koymadan önce nerede hata yaptığımızı görmeliyiz. Bu yazının amacı da budur. Hemen kanaatimi belirteyim: Türkiye’nin 1950’lerden bu yana gerçekleşen kalkınma süreci bir genel stratejinin çerçevesinde değil ama hükümetlerin günü kurtaran kısa vadeli çözümleri ve uygulamalarının rastlantısal bileşimidir. Devlet temel bir strateji oluşturmazsa, kentleşme ve kentlileşme, sanayileşme, eğitim ve teknoloji hedefleri net olarak belirlenmezse, kısa dönemli politikalar bu hedeflere bağlı olarak geliştirilmezse, o zaman sermaye birikimi de, kentleşme de ve eğitimde egemen sınıfların kendi çıkarlarına göre oluşur. Türkiye’de olan tam da budur.
Bu yazıda kalkınma ve kentleşme stratejisinde yapılan birkaç temel hataya değineceğim. Birincisi ülkenin temel sanayi birikimini tek bir bölgeye (Doğu Marmara) ağırlıklı olarak yıkmaktır. İkincisi kentlerin metropollere dönüşümünü temel bir kalkınma planı çerçevesinde değil siyasi iktidarların oy kazancı hedefleri doğrultusunda gerçekleştirmektir. Üçüncüsü ülkenin içinde farklı ağırlık merkezleri oluşturan Büyükşehirlerin lokasyonlarının tespitini ve aralarındaki bağlantıyı sağlayacak ulaşım hatlarının inşasını ulusal fayda yerine bazen yerel fayda bazen de kişisel faydaya göre düzenlemektir. Bunlar ulusal bazda yapılan hatalardır. Yerel bazda yapılan hataların başında yerel yöneticilerin ve halkın ortak sorumluluğunda rant iştahına dayalı imar ve iskân politikaları gelir. İkinci olarak bölgesel bazda veya il bazında kalkınma stratejisi oluşturacak yetkin kurum ve kurulların bulunmamasıdır. Bunların her birini kısaca özetleyeyim.
MEGALOPOL YARATAN ÇARPIK SANAYİLEŞME POLİTİKASI
Geçen yazıda bahsettiğim gibi bir megalopol birden fazla metropolün sınırları belli olmayacak şekilde iç içe geçmesiyle oluşan kentsel birimdir. Megalopoller ülkenin kaynaklarını kendine çeken birer kanserli dokuya benzerler. Deprem riski olmasa bile hem yarattığı plansız sanayileşme ve çarpık kentleşmeyle ülkeye yük teşkil ederler hem de ülkenin kalkınma performansını düşürürler. Deprem riskinin olduğu yerlerde megalopol oluşumu ise bu maliyetlerin üstüne depremde ölüm oranının katlanarak artma ihtimalini de ekler. Türkiye’nin 1950’lerden bu yana bir genel kalkınma stratejisi yerine dış dünya kapitalizmiyle ortaklaşa iş yapan iş adamlarının kâr maksimizasyonları doğrultusunda kalkınmayı tercih etmesi sonucunda temel sanayi birikimi tek bir bölgeye (Doğu Marmara) ağırlıklı olarak gerçekleşmiştir. Bugün, 70 yılın sonunda, İstanbul Bursa ve Kocaeli’yi içeren, Adapazarı ve Yalova’yı yutan bir megalopol oluşmuştur. Anadolu’dan plansız ve denetimsiz göç ilk önce gecekondu mahallelerinin oluşmasına, daha sonra da siyasi iktidarların imar aflarıyla bu gecekondu mahallelerinin çarpık kentsel alanlara dönüşmesine yol açmıştır. Dünyanın nadir güzellikte iç denizlerinden biri olan Marmara Denizi lâğım çukuruna, birinci sınıf tarım arazileri beton yığınına, dünyanın en güzel şehri İstanbul yaşanılmaz bir cehenneme dönüşmüştür. Bu tercihin sonunda bir avuç zengin servetlerine servet, popülist sağ siyaset oylarına oy katmıştır. Şehirlere akın eden niteliksiz, mesleksiz ve aidiyetsiz lümpen-proletarya da ranttan beslenmiştir. Ancak ülke bazında tarım çökmüş, gıda ve temel sanayi ürünlerinde dışa bağımlı hale gelinmiş, başta İstanbul olmak üzere bu megalopolü oluşturan şehirlerin tarihi ve milli karakteri silinmiştir. Depremde ne olabileceğini ise sizin hayal gücünüze bırakıyorum.
KALKINMA PLANI MI, SEÇİM KAZANMA PLANI MI?
Niteliksiz ve mesleksiz yığınların kente akını ve gecekondulaşmanın başlaması yerli ve milli siyasetçiler için bulunmaz bir nimet olmuştur. Gelen insanlar şehir kültüründen ve onun dayattığı iş bölümü ve yaşam tarzından uzak bir şekilde hayatlarını idame ettirebilmek için dini cemaatler veya hemşeri dernekleri etrafında örgütlenmişti. Hemşeri dernekleri ve dini cemaatler ciddi bir oy potansiyeline sahipti. Sağ siyasetçiler de, bu gruplara – bazen yasaların arkasından dolanarak bazen de yasaları açıkça ihlal ederek- rant ve imtiyaz sunarak bu oy kitlelerine ulaşabilmekteydiler. Tarım sektörü bilinçli olarak küçültülürken ortaya çıkan işgücü fazlasını da şehirlere sevk ettiler. Her gelen yeni kitle inşaat sektörüne kâr, siyasetçiye oy ve cemaat liderlerine imtiyaz ve itibar sağladı. Bu atmosferde siyasetçiler 10 yıllık, 20 yıllık kalkınma hedeflerini değil önlerindeki seçimi kazanmaya odaklandılar. Bütün bu ilişkiler ağı birbirini doğuran ve besleyen süreçler yarattı. Bu ortamda “Plan değil, pilav önemliydi!” “Plan” diyen “Allahsız gomaniz”, “pilav” diyen “yerli ve milli” oluyordu. Böylece elbirliğiyle hem yerli hem de milli beton mezarlıklarımızı inşa ettik!
ŞEHİRLERİN LOKASYONU VE ULAŞIM HATLARININ ULUSAL FAYDAYA GÖRE DEĞİL YEREL VE KİŞİSEL FAYDAYA GÖRE DÜZENLENMESİ
Bir siyasetçi bir şehre oy istemeye gidince onun etrafını hemen belli çıkar grupları sarar. “Şehrimize üniversite istiyoruz, tarım ve orman arazilerine imar hakkı istiyoruz, hemşerilerimiz imar affı istiyor, AVM istiyor, havaalanı istiyor” ve benzeri. Siyasetçi için bu işler, hele iktidarda ise, çok kolaydır! İl başkanının kayınçosundan referans getiren müteahhitler ihaleyi kapar, gerekli izinler belediyeden ve TBMM’den çıkartılır, oylar partiye rantlar her cinsten vatandaşa akar. Hal bu ki, medeni bir toplumda hangi kentsel alanların ne kadar büyüyeceği, hangi metropolün hangi sektörlerde uzmanlaşacağı, bu şehir ve metropollerin birden fazla ulaştırma hattıyla nasıl bağlanacağı ulusal faydaya göre planlanır. Siyasetçilerin rahatlıkla değiştiremediği, kasaba ve şehirlerdeki çıkar gruplarına imtiyaz sağlayamadığı kuvvetli bir kurumsal yapı bunun teminatıdır. Bizim en büyük hatalarımızdan birisi, özellikle kentsel alanların belirlenmesi konusunda, kurumsal yapıdan ziyade bireysel ve yerel çıkarların öne çıktığı kuralsız bir oluşuma dayanmamızdır.
RANTA DAYALI YEREL SİYASET VE BÖLGESEL KALKINMA PLANININ OLMAMASI
Ulusal ölçekte nasıl “Bize plan lazım değil, pilav lazım!” deniyorsa, yerel ölçekte de “plan yerine pilav” tercih edilmektedir. Hoş, merkezi bir plan olmayınca bölgesel ve yerel plan nasıl olsun? Yerel siyasetçiler için belediye meclis üyeliği, encümen azalığı çok önemlidir. Çünkü bu makamlar inşaat ve imar izinlerinin çıktığı, kaç katlı bina yapılacağının belirlendiği ilk kurumlardır. Tabiri caizse, bu makamlar, sahipleri için millete ve şehre hizmet kapısı değil, ekmek kapısı olmuştur. Medeni toplumlarda, hele hele tarihsel geçmişi ve eserleri olan şehirlerde, belediye meclisi üyelerinin kararıyla tarım arazileri, tarihi sit alanları imara açılmaz. Hepsinin üstünde yerel kalkınma ve kentleşme stratejisini belirleyen kurumlar, şehrin sakinlerinin tamamını temsil eden kurullar yer almaktadır. Bizde ise iş öyle yürümez: Ne kadar çok arsa çıkartırsan o kadar çok rant üretirsin, ne kadar çok rant üretirsin o kadar çok oy toplarsın, ne kadar çok oy toplarsan o kadar çabuk Ankara’ya yükselme şansın artar! Ne güzel İstanbul be!
Bütün bu anlattıklarım vahşi neo-liberalizme iman etmiş, kuralsızlığın ve kurumsuzluğun bir inanç ilkesi haline geldiği, kurallara dayanan değil ama “güçlü olanın haklı olduğu” bir toplum üretmiştir. Bu toplumun şehirleri nasıl olurdu? Daha farklı olmazdı. Ne demiş eskiler: “Böyle başa böyle tarak!”
Bir sonraki yazımda “Ne yapmalıyız?” sorusunu cevaplandıracağım….