SALTANAT ZAMKI

Refik ERDURAN 24 Ağu 2016

Refik ERDURAN
Tüm Yazıları
Japonları severim. Samuray ruhlu, dayanıklı, üstlerine varılmadıkça sakin ve nazik insanlardır. Ülkelerinde bulundum, dostlar edindim; Japon "nişanlım" oldu. Gözlerim hafifçe çekik diye okulda adım Jap idi. Yani o milletle hayli haşir neşirliğim var.

Japonları severim. Samuray ruhlu, dayanıklı, üstlerine varılmadıkça sakin ve nazik insanlardır. Ülkelerinde bulundum, dostlar edindim; Japon “nişanlım” oldu. Gözlerim hafifçe çekik diye okulda adım Jap idi. Yani o milletle hayli haşir neşirliğim var. Dünya Savaşının yeni sona ermiş, Missouri zırhlısında General MacArthur imzasıyla ateşkes ilanının üstünden pek az vakit geçmiş olduğu günlerde Tokyo sokaklarında dolaşırken durumum tuhaftı. Kore tugayımız bir Amerikan tümenine bağlı olduğundan, üstümde o ülkenin subay üniformasını taşıyordum. Gören Japonların gözünde, kısa süre önce iki kentlerine atom bombası atmış can düşmanları devletin askeriydim. Nefretle bakıyorlardı bana. Ama tanışırsak, Türk olduğumu öğrenince tavırları değişiveriyordu.

Kimilerindeki sempati Osmanlı dönemimizde başlatılan yakınlaşmadan kalmaydı (bugünlerde gündeme gelen Ertuğrul yatımızı hatırlayın). Bir de, Batılılaşma yolunda ama Batı emperyalizmine karşı olma diyebileceğimiz ortak özelliğimiz hesaba katılmalı. Atomzede Japonların sonraki yıllarda da yemedikleri kader darbesi kalmadı: depremler, yanardağ patlamaları, tsunamiler, kendi nükleer santrallerini su basmasıyla yayılan radyasyon felaketi… Dedim ya, dayanıklı insanlar. Yakınmadan göğüslediler hepsini. Ekonomileri herkesinki gibi iniş çıkış gösterdi; müthiş disiplinleri sayesinde onu en üst basamaklardan indirmediler. Kendilerini “temelde dertsiz ulus” sayarak yaşadılar bugünlere kadar. Ama 8 Ağustos günü perişan oldular. Feci sorun karşısında ne yapacaklarını bilemiyorlar şimdi. Efendim, Japonya bir imparatorluk. Başta da sevimli ve çok sevilen hükümdar Akihito var. Majestenin aklına nereden estiyse esti, 8 Ağustos sabahı televizyona çıkıp ülkeyi şoka sokan bir açıklama yaptı:

“Ben 82 yaşındayım. Kondisyonum yavaş yavaş bozulmakta. Yakında tahtı bırakmayı düşünüyorum.” Şimdi siz “Bunda şokluk ne var?” diyebilirsiniz. “Yaşlı adam gitmek istiyorsa gider. Yerine veliaht  gelir.” Orada öyle değil işler. Anayasa “İmparator ölene kadar saltanat sürer” diyor. Sayın Akihito’nun muradına ermesi parlamentonun yeni anayasa yapmasına bağlı. Onun da ne kolay olduğunu biz Türkler çok iyi biliriz. Başlıca zorluk başını Başbakan Abe’nin çektiği bir kesimin anayasayı barışçı olmaktan çıkarıp Japon silahlı kuvvetlerinin yurt dışında görev yapmasına izin verir hale getirmek istemesi. Nüfusun atom bombalarını unutamayan kesimi ise öyle bir şeyin lafını duyar duymaz sokaklara dökülüyor. Şimdi anayasa değişikliği gündeme gelirse kıyamet kopacak yine. Ama kopacak kıyametin daha da beter bir nedeni var. Anayasa veliahtın erkek olmasını şart koşuyor. Japon kadınları buna ateş püskürüyorlar. Yalnız feministler değil. Yumuşak başlı davranmakla ünlü, Butterfly görünüşlü bütün hemcinsleri.

Erkeklerinin samuray ruhlu olduğunu söyledim ya. Düşünün, bu ne kadar maço demek. Eşinin sözünden çıkamayan, evde bulaşık yıkayan bir kılıbık samuray getirebilir misiniz gözünüzün önüne? Saltanattan kurtulmak için tutturan sayın Akihito’nun ülkesinde, insan topluluklarında görülebilecek en çözümsüz çatışma gündemde: Kadın-erkek karşıtlığı. Tek çare hükümdarı tahttan uzaklaştırabilecek bir seçim sistemi. O da bizde var; Japon dostlarımızda yok. Seçimsiz de olabilir tabii. Bizde yapıldı. Ancak bir Mustafa Kemal gerektiriyor. O ise vaktiyle bizde vardı; 78 yıldır başka kimsede yok.