OTA BENGA'NIN ÇİĞNENEN ONURU VE MÜLTECİ SORUNU

Halil İbrahim İZGİ
Tüm Yazıları
Hayvanat bahçelerinin tarihsel gelişimi ilginç detayları barındırır. Öncelikli olarak eski zaman hükümdarlarının hayvan koleksiyonu yaptığını biliyoruz.

Hayvanat bahçelerinin tarihsel gelişimi ilginç detayları barındırır. Öncelikli olarak eski zaman hükümdarlarının hayvan koleksiyonu yaptığını biliyoruz.  Babil Kralı Nebukadnezar, Marko Polo’nun kitabında Kubilay’ın farklı türlerde hayvanlara sahip olduğunu biliyoruz. Bu hükümdarların aynı zamanda farklı milletlerden çalışanları/köleleri de vardı. Zaman ilerledi ve Batı denilen coğrafyadan, daha doğrusu zihin dünyasından kişiler dünyanın farklı yerlerindeki toprakları, kültürleri ele geçirmeye başladılar. Antik eserler için iş kolaydı. Cansız olan bu parçalar en yakın limandan gemiye yükleniyor ve kendi topraklarına gönderiliyordu. Alabildiklerini aldılar, çalabildiklerini çaldılar. Kocaman müzeler kurdular. Ama iştah bitmedi. Farklı hayvanların da gelmesi gerekiyordu. Bulabildikleri tüm hayvanları, belki de Hz. Nuh’a öykünerek gemilere doldurdular ve Londra Hayvanat Bahçesi kuruldu. Artık Londralıların farklı çeşitlerde hayvanları görmeleri mümkündü. Onu dünyanın diğer şehirleri izledi. Farklı türlerdeki hayvanlar meraklı bakışların hedefi oluyordu. Batı için kendinden olmayanı aşağılamak ve egzotik bir anlam yüklemek aynı anda olabiliyordu.

Hayvanat bahçesi meselesini halleden Batı için sonraki durak insanat bahçeleri oldu. Şaka yaptığımı sanmayın, dünyanın farklı yerlerindeki insanlar, hayvanat bahçelerinde veya kendilerine ayrılan başka yerlerde para karşılığında gösteriliyordu. Bizde eskiden mahalle arasında ayı oynatılırdı, onun gibi. Hatta bunların içinde içimize dokunan bir hayat hikayeleri günümüze kadar ulaşmış. 1904 yılında Amerikalı bir misyoner Kongo’da bir pigme yakalar. Kongo’nun bir kısmı o zaman Belçika sömürgesidir.  Pigme dediğimiz kısa boylu insan. Ama ele geçiren misyoner onu pek insan gibi görmez. İnsana en yakın form olarak gördüğü bu pigmeyi Bronx’a götürür ve bir goril ve orangutanla birlikte insana en yakın form olarak sergiler. 2 yılı aşkın teşhir süresinin ardından bazı hayır kurumlarının baskısıyla bu aşağılayıcı gösteriden azat edilir. Ancak yaşadıkları hiç kolay değildir ve kalıcı izler bırakmıştır ruhunda. Çaldığı bir tabanca ile kalbine ateş ederek hayatına son verdiği söylenir.

İşte bu insanat bahçelerini ve insanla hayvanı eş gören zihniyeti bilmeden Batı’nın mülteci sorununa bakışını anlamak mümkün değildir. Batı sadece seyirlik olarak, insanat bahçelerinde görebileceği sınırlı sayıda insanı görmek istiyor. Daha fazlası, gerçekten fazla onlar için. Televizyonların verdikleri savaş acıları ile National Geographic belgeselleri arasında Batı’nın temsil ettiği değerler arasında çok fark yok. Mülteci kabulünü sınırlı sayıda tutan ülkeler, kendileri için insan, komşu değil seyirlik malzeme arıyorlar. Mülteci karşıtı Avrupalı akımlar, geri kabul anlaşmaları ve sürüp giden tartışmalar bazen insanlardan söz ettiğimizi unutacak kadar içimizi acıtıyor. İnsanın insana layık gördüğü muameleyi sanırım hiçbir canlı diğerine layık görmemiştir. Hayvanlarla eş tutulan ve göz göre göre ölüme sürüklenen mülteciler, insan taklidini başarıyla yapan Batılı “yaşam formu”nun kurbanı oluyor. Ota Benga’nın kalbine sıktığı kurşun tüm dünyanın vicdanının hala kanamasına sebep oluyor.