KÜRT İSYANLARININ PSİKOLOJİSİ

Tarık ÇELENK 15 Nis 2016

Tarık ÇELENK
Tüm Yazıları
Son dönemlerde psikoterapistler varoluşsal ekole ilgi gösteriyor. Bu ekol, insan yaşamındaki elem ve travmaların terapisine dair bir model içermekte.

Son dönemlerde psikoterapistler varoluşsal ekole ilgi gösteriyor. Bu ekol, insan yaşamındaki elem ve travmaların terapisine dair bir model içermekte. Bu model, insanın ‘var olma veya yok sayılma’ gibi temel bir kaygısı üzerine kurulmuş. Ne ilginçtir ki tasavvufta güven içinde olmak, ‘hiç’ olarak ‘yaratanı tanımak’anlamına geliyor. Görünür âlem dünyamızda ise var olarak insan kimliği güven bulabiliyor. Özellikle modern zamanlarda terörü kullananlar veya intihar eylemcileri ‘yok olarak’ veya ‘yok ederek’ ideolojileri veya inançları adına hep var olacaklarını veya var edeceklerini varsayıyorlar. Terörün dışında; bir ferdi, kimliği veya kitleyi yok saymak da sorunun diğer bir boyutu. Psikologlar yok sayılmanın aşağılanma duygusu ve ardından öfkeyi geliştirdiğini ifade ediyor. Tarihe biraz da bu boyuttan baktığımızda, kimlik adına atfedilen isyan ve siyasi olaylar daha rahat anlaşılacaktır. Kimlik, temel güvenlik ve ekonomik refah ilişkisinin doğru mu yoksa ters orantıda mı geliştiği de tartışmanın ayrı bir parçası olarak kalmaktadır.

Tarihimizdeki yaklaşık 29 Kürt isyanını anlamak için işin bu boyutunu gözden kaçırmamalıyız. Bu isyanlar yaklaşık 19. yüzyılın başında Ortadoğu’da Babanzade ile başladı. Sırasıyla önemlileri arasında Bedirhan Bey, Şeyh Ubeydullah, Koçgiri aşireti ( Koçgiri ) Şeyh Said, İhsan Nuri Paşa (Ağrı), Seyit Rıza (Dersim) ve Abdullah Öcalan (PKK) isyanlarını sayabiliriz.

Bu isyanların, -tarihsel bağlamlarıyla doğru değerlendirmek koşuluyla- aralarında benzerlikler veya ayrılıkların da olduğunu görebiliyoruz. Benzerliklerin anlaşılması, bugünkü sorunun da anlaşılmasına yardımcı olabilecektir.

Aslında 200 yılı aşan bu devlet ve Kürt isyanları ilişkisinin sağlıklı okunmasında, devlet tarafının da doğru tahlilini de elzem kılıyor. Genel mutabakat odur ki 20. Yüzyılın başına kadar gerçekleşen Kürt isyanları daha çok Osmanlı’nın zayıflayan idari sisteminin yetersiz kalması ve ardından gelen merkezileşme reformlarına karşı, feodal beyleri temsil eden Mirlerin, Beylerin veya Şeyhlerin isyanlarıydı.

Ne ilginçtir ki apolitik bir Sırp çoban Kara Yorgi’nin isyanı da böyle başlamış ve sekonder bir Avusturya - Macaristan etkisiyle etnik bir özerkliğe evrilmişti. İşin ilginç tarafı o devirlerde bu tip isyanların hiçbirinde ‘kimlik’ sorunundan henüz söz edilemezdi. Sadece burada devletin bozulan adalet yapısının tutamadığı yerel alanlardaki hoşnutsuzluğu ve merkezi reformların özerk alanlarını tehdit edeceğini gören feodal liderlerden bahsedebiliriz.

Osmanlı’nın çöküş sürecini yavaşlatmaya yönelik Abdülhamit reformları, Kürt sorununu, potansiyel isyankâr beylerin oğullarını devletin yönetici okullarında İstanbul’da toplayarak veya Hamidiye Alayları’nı kullanarak geciktirmeye çalıştı.

Ancak bu okullarda ve Jön Türklerle birlikte yetişen gençler modern ulusçu akımlardan etkilendiler. Şeyh Seyit Taha’nın torunu Seyit Abdulkadir, İhsan Nuri Paşa ve Bnb. Halit bunlardan birkaçıydı. Bu bir bakıma da ittihatçıların ulusçuluk fikirlerinin karşı tezi gibiydi.

20. Yüzyılda gerçekleşen isyanların hedefi  “imparatorluk dağıldı biz de kendi kaderimizi tayin edelim” şeklinde çoğu silahlı isyanlardı. Kürt Teali cemiyeti, bir kısım Ermeniler gibi bunu

Meclis-i Mebusan’da konuşarak gündeme getirdiler. Ancak sonraki süreçlerde bu talepler hep silahlı şekilde gündeme geldi.

Cumhuriyet’in kuruluşunda verildiği ifade edilen kısmi özerklik sözleri tutulamayınca, Kürt iktidar talepleri, yeni tek ulus inşa süreci ve yok sayma ile birlikte ‘kimlik ’ öncelikli eksene oturdu.

Başta merkezileşmeye karşı, sonra kendi kaderini belirleme odaklı, ardından çağdaşları benzeri Marksist Leninist çizgide kimlik eksenli gelişen isyanlar zaman zaman ayrı devlet, anayasal eşit vatandaşlık, özerklik, kantonal konfederal yapı, statü gibi taleplerle bugün yerelde ve sınırlarımızdaki şekliyle devam etmektedir.

Bu isyanların en temel ortak ögesi özerklik talebidir. Ardından -Şeyh Ubeydullah ve Said de dâhil- Ermeni, gayri Müslim, Alevi veya farklı yerel gruplarla diyaloğa açık olmaları ve dış dünyanın temsilcileri ile belirli bir siyaseti yürütmeye arzulu olmalarıdır. İsyanların çoğunda Alevi Kürtleri ile mutabakatı vardır. Şeyh Said’e katılan önderlerin birçoğunun Rus işgaline karşı devletle birlikte gerilla harbi yapan kişilerden olduğu ifade edilir. PKK’dan önceki hareketlerde Hilal sembolü varken PKK artık bu sembolü kullanmamaktadır. Diyarbakır ve Cizre’nin hâkimiyetinin -Şeyh Said ve Bedirhan Bey dâhil- bu isyanlarda tarihsel bir anlamı vardır. Bugün dahi Bedirhan Bey’in Botan isyanının bastırılışı esnasında Cizre’nin topa tutulmasının mevcut olaylarla bağlantısını kuran hafızalar mevcuttur. İsyanın aktörlerinden birçoğu,  isyanlarda kalıcı başarı amaçlamak yerine belirli bir aşamadan sonra müzakereyi hedeflemektedir.

Devlet açısından bakıldığında bu isyanların devlete farklı açılardan yüksek maliyeti olmuş ancak devlet kaybetmemiştir. 200 yılda devlet şiddetli bastırma yöntemlerini kullandığı gibi, Şeyh Ubeydullah vb. gibi önderlerin onurlarını kırmadan sürgünlere göndermiş, Abdülhamit gibi kardeşleşme eğitim seferberliği vb.yöntemleri denemiştir. Bu süreçte yarım kalmış olan Seyit Rıza ve bir takım önderlerle diyalog çabalarında eğer ısrarcı olunsaydı olumlu sonuçlar da alınabilirdi. Bugün Hamidiye Alayları, koruculuk veya şark ıslahat planlarıyla reform paketlerimiz arasında benzerlik kuranlar çoğunluktadır.

1938-1980 arası kayda değer bir isyanın olmaması bu işi uluslararası etkilerle açıklamaya çalışanlara ayrı bir dayanak teşkil edebilir.

Devletin “sadık” dediği, isyan gruplarının da “hain”dediği “iyi ve kötü Kürtler” siyaseti de bu sürecin bir diğer gerçeğidir.

Muhalif Kürt siyaseti için kötü Kürt, devletin hilesine kurban olma ve tasfiye edilme ihtimali bugünlere taşınmış tarihsel travmalardır. Devletimiz içinde Kürt hareketinin uluslararası güçlerle işbirliğine girmesi ve ayrılma taleplerini gerçekleştirebilecek bir alt yapıya ulaşmaları bugünlere taşınan ayrı bir tarihsel kaygıdır.

Tarihteki silahlı isyanların hiçbiri devlete karşı başarı kazanamamıştır. Bu bir gerçektir. Tabi uluslararası düzen açık destek vermedikçe. Devlet de bunun farkındadır. Ancak devlet de 200 yıllık isyan hareketlerinin hiçbirinin sönümlenmediğini, tersine güçlenen bir potansiyel kazandığının da farkındadır. Özellikle artık tarihin kırılma noktasını yaşadığımız sınırların tekrar değiştiği bu dönemde, bu kronik asimetrik dengenin “ortak bir gelecek” modeliyle çözülmesi sorumluluğunu artık taşımamız gerekiyor.

Aslında halkın psikolojisi açısından bakıldığında Kürtlerin Türklerden ne istediği, Türklerin de bu taleplere ne cevap vereceği bilinmemekte veya anlaşılamamış durumda. Bir başka açıdan da Kürtlerin ne isteyip neyi isteyemeyeceklerini Türklerin de neyi verip neyi veremeyeceklerini bilmeleri  gerekiyor. Belki de işin biraz da bu tarafından başlamak elzem gözüküyor.