İnsan hayatındaki en büyük ve etkili eşiklerden biri "zihinsel masumiyet"in kaybedildiği andır.
İnsan hayatındaki en büyük ve etkili eşiklerden biri “zihinsel masumiyet”in kaybedildiği andır.
Burada cinsel masumiyetteki bir namus kavramı endişesi veya tartışması yok.
Adı üstünde zaten “masumiyet” …
Ne oluyor?
“Yalan dünyanın yalancılığına eş kahramanlarla” tanışıyoruz.
O bir eşik…
Gençken belki daha çocukluktan gençliğe geçerken farkına varıyoruz.
Veya sosyal hayatı izole olanlar daha geç karşılaşıyor bu eşikle.
Söylenenin söylendiği gibi olmadığını ve söyleyenin de söylediği gibi olmadığını anlıyoruz.
Zihinsel masumiyetin eşiği budur.
Feci bir tekil ve saklı sarsılmışlıkla hayatımız yeni bir yön kazanıyor.
“Madem öyle, işte böyle…” sloganıyla yeni duruma ayak uyduranlar, hayatla kol kola girip tahammülü ve kapasitesi nispetinde “masumiyet bozma” figürleri arasına katılıyorlar öç alırcasına.
Direnenlerin ise durumu zor.
Kararlı ve kutlu savaşları, Don Kişot ve yel değirmeni vasatında ilerliyor; kabul edilmiş genel mağlubiyetten bireysel zaferler kazanma çabası ümidiyle…
Rahmetli Ahmet Kabaklı’nın Temellerin Duruşması çıktığı zaman bir solukta okumuş ve Kurtuluş Savaşı başlığıyla müfredatta ezberletilenlerin aksine, milletin ve milleti birleştiren inancın yani İslamiyet’in başat faktör oluşunun cesurca kaleme alınışı karşısında, o zamanın şartları içerisinde “bir kez daha onaylanmış gerçeğin taraftarı” olarak mutlanmıştım.
Hemen kitapla ilgili bir röportaj için randevu almış ve sonrasında bu röportajı gerçekleştirmek için Kabaklı Hoca’nın evine gidip ziline basmıştım.
İçeri buyur edilirken, “Ayakkabılarını çıkarma evladım. Gel öyle…” ikazı “zihinsel masumiyetimin” sanırım ilk yaralanmasıydı.
Eve ayakkabı ile girmek meselesi değil elbette konumuz.
Hatta sohbet ederken Yaşar Nuri Öztürk’ün Türk Edebiyatı Vakfında yaptığı konuşmada çıkan tartışmalar için “Bağnaz olmamak lazım Murat’çığım. Adam ilim adamı…” ile başlayan sözleri iyi ki röportaj sonrasına denk gelmişti çünkü muhtemelen benim moral motivasyonumu etkileyecek ve yaptığım işe tesir edecekti.
Cemal Kutay da on yıllar boyunca yayınladığı kitaplarla ilgi alanımıza giren bir tarihçiydi. Yaşı yüzü aşınca ve dahi kendisinin Şamanistliğini ve Atatürk’ün peygamberliğini açıklayınca o kadar da sarsılmamıştım çünkü yel değirmenlerinin çetelesi çoktan uzayıp gitmişti.
Buradaki temel zorluk şu…
Toplumun ahlakına ve faziletine dayanıp konforlu bir hayat sürmek yerine, böyle bir ahlak ve faziletin olmadığı inancının açtığı boşluklara düşmemek için, çok yorucu bir dikkat ve dolambaçlı uzun yollarla baş etmek…
Zorluk bu!
Her an Türk filmlerindeki o şok sahne gibi, “Ben senin babanım yavrucuğum” diyen yabancı bir adamla karşılaşmak ihtimali, sürdürülebilir bir stres değil.
Ah o yeşil çayırlarda yalınayak koşturup, masalsı ağacın altında dinlenip gökyüzünü seyretmek… Tabiatla barışık ve insan olmanın mutluluğu içinde hayatı anlamlı kılan bir safiyet…
Demek, olmayan veya olması imkansıza yakın görünene öykünmenin klişe sekansı olarak bilinçaltımıza yerleşmiş bu manzara.
Veya üstadın pes etmeye ramak kala özlediği tablo:
“İki yıldız arası göğe asılı hamak...
Uyku, uyku... Zamansız ve mekânız, uyumak.
Uyumak istiyorum; başım bir cenk meydanı;
Harfsiz ve kelimesiz düşünmek Yaradanı.”
O “cenk meydanı” haline gelen insanın başı, çocukluğunu “masumiyetin” konforunu özlediği için arıyor.
Hadis-i şerifte acaba bunun için mi “Dünya müminin zindanı, kafirin cennetidir” buyurulmuş?
Zindan? Ve bu zindana razı olup, ayakta kalmak!
Tam bu noktada kafasında “Hadis doğru mu?” şüphesi uyananlara “Hadi, başka kapıya…” diyor ve tahammül bile etmeyeceğimi peşinen beyan ediyorum.
“Sidikli filozofların” pazarlandığı ülkemde, karşımda bir değil yüz bin yel değirmeni olsa bile…
Aradan 25-30 yıl zaman geçti…
İster istemez modernleştik güya filan…
Ama ayakkabıyla girilen ev, bana hala ev gibi gelmiyor.
Yabancı postalların çiğnediği zihnimi derleyip toparlamaya çalışıyorum.
Hayat illaki bitecek ve bilanço için bir çizgi çekilecek.
Ve gerçek hürriyet hepimize lazım.