Şu an yaşadığımız ciddi bir diyalog problemi…

Şu an yaşadığımız ciddi bir diyalog problemi…

Diyalog…

İki tarafın konuşması…

Evet, iki taraf da konuşuyor.

İki taraf da birbirlerinin duyacağı şekilde birbirlerine mesajlarını iletiyorlar.

Ve aslında karşılıklı mesajların içindeki şikâyetler ve karşılıklı istekler bir tartışma konusu olmuyor çünkü tarafların birbirlerinden beklediklerine uygun bir diyalog devam ediyor.

Ancak bu diyaloğun anlamlı bir sonuca ulaşması noktasında, iki tarafta da bir tatminsizlik ve bir inanç eksikliği göze çarpıyor.

Dolayısıyla içinde birbirlerine karşı “Hayır. O öyle olmaz. Bunu isteyemezsin!” gibi anlaşmazlık noktaları bulunmamasına rağmen, bizim coğrafyamıza ait olmayan ve okyanus ötesi ülkenin dünya siyasetine sapladığı ve içinde sonuçsuz bir sözde kararlılık ve taraf olma mesajı barındıran “Güçlü bir şekilde kınıyoruz!” yollu goygoya dönüyor her şey…

Aslında bir aşkın tazelenmesi diyaloğu olmalıydı bu.

“Reis”le “Millet”in aşkında, iki sevgili adeta parkta buluşmuş, aynı masaya karşılıklı oturmuşlar, konuşup anlaşacaklar ve fakat iki tarafın da arkalarına konuşlanmış masalarda çiftin birbiriyle anlaşamayan akrabaları işmarlarla kafa karıştırıyorlar.

Reis’in arkasında onu millete kaptırmak istemeyen ve onun sırtından geçinen bi dolu çevrenin ağır baskısı…

Milletin arkasında ise algı operasyonlarıyla birlikte, karşı arka masanın bıraktığı acıların mazlumları ve içlerine sızan kriptolar…

Yeşilçam filmlerine doğru gidiyoruz.

Bir yığın apaçık entrika…

Her fısıltıya inanan ve gönül koyan sevgililer…

Ağaçların arkasına saklanmış tecavüzcü Coşkun’dan her an ortaya iri gövdesini atacakmış gibi çalıların arkasında hışırdayıp duran Erol Taş’a kadar.

Bu tür Yeşilçam filmlerinin basit, yaygın ve anlamlı bir “mutlu son”u vardır ama bütün mutlu sonlar arka masaların tasfiyesine bağlıdır.

Böyle bir aşkta, aynı evde yedi sülale bir arada oturamaz!

Evet, iki taraf da konuşuyor, birbirlerinin talepleri çelişmiyor, karşılıklı mesajlar havada çarpışmıyor fakat adrese ulaşmıyor.

“Metal yorgunluğu” eğer içinde ve sonrasında beklentiye uygun bir aksiyon barındırmıyorsa, ikaz olarak bırakın azarlamayı, baş okşamaktan öte bir anlam taşımıyor.

Reis adeta vazoyu kıran şımarık çocuğun başını okşuyor “aferin” der gibi…

AK Parti’yi, partililerle tazelemek ve dizayn etmek beyhude bir çaba…

Bu yolda hedefe götürecek olan milletle kol kola girmektir.

Hayır Reis! Biz mahrem kapılarına kadar dayanmış isyankâr yeniçeriler değiliz senden kelle bekleyen…

Paçandan çekiştirip arkana saklanan ve arkandan iş çevirenler, millet tahtından o kadar apaçık görünüyor ki.

Onların bilumum ceplerinden fışkıran yeşil banknotlara ve ağızlarından sızan salyalara rağmen biz asgari ücretin bereketi ve Rabbe tevekkülün potasında yanımızda olmanı bekliyoruz.

Üstadın muhteşem dörtlüğündeki gibi bekledi bu millet liderini…

“Ne hasta bekler sabahı,

Ne taze ölüyü mezar.

Ne de şeytan, bir günahı,

Seni beklediğim kadar.”

Fakat 15 Temmuz’da aşkı için ölen bu millet, üstelik referandumda verdiği payeden sonra “anlam”ı ve “kararlılığı” içinde barındıran bir eylemi görmek için daha ne kadar bekleyebilir?

Vakit akşama sarıyor…

Ürperten kuşların sesleri duyuluyor artık…

Karanlık ümidi boğuyor.

Ve millet o dörtlüğün devamını mırıldanmamak için yutkunmaya devam ediyor.

İhanet nereden gelirse gelsin…

İster okyanus ötesinden ister evimizin bahçesinden…

Kangren olmuş bir uzuv varsa çare yok kesilecek.

Bizi metropolün dağlarına çekilmeye mecbur bırakma Reis…

Seni İkinci Abdülhamid’in yalnızlığında bırakmayacağız dedi bu millet ama vakit onun merhametine uyma vakti değil… O mübarek üstüne gelen çapulculara karşı 30 bini bulan Hassa Ordusunu harekete geçirmedi.

Rivayet çok. Kardeş kanı dökülmesin istedi diyenler var. Karşı tarafın en önünde Hızır Aleyhisselam’ı görüp tecelli edecek olanın kaza-i mübrem olduğunu anladığını söyleyenler var.

Fakat kriptoların cirit attığı bir ortamda seslerimiz atmosferde anlam yitiriyorsa ve birbirimize ulaşamıyorsa…

Biz bu hikâyeyi bir şekilde yarım bırakmayız! Bırakamayız!