Demokrasiyi ayaklar altına alırken bâzen takım elbisenin altına makosen, bâzen de döpiyesin altına yüksek topuklu ayakkabı giyerler.
Mesele “-mış gibi” yapmak, “-miş gibi” görünmek olunca, zirveyi ve en önce sırayı kimseye bırakmayan “vatansever görünümlüler”, bu riyâkârlıklarını buldukları her fırsatta gösterirler. Fırsat bulamazlarsa, şartları kendileri yaratırlar. Bunu yapabilmek için, hiçbir ahlâk kuralını, hiçbir etik anlayışını, hiçbir geleneği dikkate almazlar ve hatta hiçe sayarlar. Yere göğe koyamadıkları, tanrısal bir önem verdikleri ama kendi menfaatlerine aykırı olduğu zaman hiç tereddüt etmeden ayaklar altına aldıkları demokrasi, onlar için kırıp döktükleri çocuk oyuncağından farksızdır.
Demokrasiyi ayaklar altına alırken bâzen takım elbisenin altına makosen, bâzen de döpiyesin altına yüksek topuklu ayakkabı giyerler. Ama en kullanışlı olan postaldır. Postalı bâzen kendileri giyer, bâzen de başkalarının giydiği postaldan meded umarlar. Kullanıldıktan sonra, o postalları parlatıncaya kadar yalayıp temizlemek için tüm “vatanseverliklerini” gösterirler.
Varlık sebebi Türk devletinin bekâsı olan Türk Silahlı Kuvvetleri’ni, anayasada belirtilmiş görevlerinin dışına çıkartırlar. Şimdilerde “demokrasi havarisi” rolü oynayan başta bâzı yargı ve medya mensupları olmak üzere, kadrolu “vatansever görünümlüler”, 27 Mayıs’ta “sizi buraya tıkan kuvvet böyle istedi” demekten ve 12 Eylül’de “Netekim, bir sağdan bir soldan” diyenlerin kapısını aşındırmaktan utanmadılar. Bâzıları da “Yeni vatandaşlık görevim” başlıklı yazılar yazıp demokrasi düşmanlarına şirinlik yapıyordu. Bu rezâletleri “geçmişte kaldı” diye unutturmak isteyenler, 15 Temmuz gecesi, “Artık işiniz bitti” deyip kadeh kaldırmaktan utanmadılar.
Oysa ister amacına ulaşsın ister ulaşmasın, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 15 Temmuz askerî müdahalelerinden farklı olan bir müdahale vardır ki, şimdiki “vatansever görünümlüler”in kumaşının kalitesizliği ve yabancı tezgâhlarda dokunduğu ayan beyan ortaya çıkmış oldu.
28 Şubat
Bundan tam yirmi dört sene önce, yâni 1997 yılının 28 Şubat günü, Türkiye Cumhuriyeti devleti târihinde vesâyet sistemi daha önce hiç olmadığı kadar kendini açığa çıkardı. Kurulduğu ilk günden itibâren eleştirilen, demokratik seçimlerde aldığı oylar görmezden gelinen dönemin hükûmeti, hedef alındı. Yapısı ve işlevi gereği demokratik olması mümkün olmayan askerî sistemin mensupları, “Demokrasiye balans ayarı” yaptıklarını iddia edip toplumun ayarını bozdu.
İşleri güçleri “görüntü” olduğu için, verdikleri pozlar pek bir “vatansever”di. Söyledikleriyle “vatanseverlik” efsâneleri yeniden yazılıyordu. Günümüzde Çin’in Doğu Türkmenistan’da açtığı sözde “eğitim kampları”nın mikro ölçülerdeki benzerleri üniversitelerde “ikna odaları” olarak kuruldu. Bu iknâcı vatansever görünümlüler, her şeyi “vatan için” yapıyorlardı. Onlara göre, vatan ve devlet elden gidiyordu ve bunu engellemek onların baş göreviydi. Bugünlerde “Neden ilk 500 arasında Türk üniversitesi yok” diye hayıflananlar, adı 28 Şubat 1997’de konan dönemde, üniversitede bilim yapmak yerine, ya başörtülü öğrenci avına çıkıyor, ya da cübbelerini giyip meydanlarda “Ordu göreve” diye yürüyordu.
Üç-beş meyhâne kaçkını ayyaşa sakal bıraktırıp cübbe giydirerek merdiven altı, uyduruk tarikat kurdurdular. Pavyondan çıkartıp başörtü taktırdıkları kadınları “namusum lekelendi” deyip televizyon ekranlarında ağlattılar. Halkın dinî ve mânevî hassâsiyetlerini korumak kisvesi altında, iş dünyâsından üniversitesine kadar toplumun her kesimini fişleyip hayatlarını kararttılar.
Bir taraftan kız çocuklarının okula gönderilmesi için kampanya yaparak kuzu postu giyenler, aslında sırtlandan daha tehlikeli olduklarını, ortaokul kısımlarını kapattıkları imam-hatip liselerinin ve ilâhiyat fakültelerinin kapılarından başörtülü öğrencileri sokmayarak vatanı nasıl sevdiklerini(!) gösterdiler.
Vatansever görünümlülerin farklı ayakları
15 Temmuz darbe girişiminden sonra kamuoyunun âşina olduğu “darbenin siyâsî ayağı” gibi tanımlar, 28 Şubat’ta pratikte iş başındaydı. Bugünlerde “liyâkat” diye tutturan iş dünyâsı, kişinin namaz kılıp kılmamasına, pantolonların dizlerinin buruşuk olup olmamasına, eve ayakkabıyla girip girmemesine, alkol içip içmemesine, “inşallah” mı, “umarım” mı demesine, alyansının gümüş mü altın mı olduğuna bakarak işe alım yapıyordu. Türk ordusunun şanlı üniformasını giyenler, Türkiye Cumhuriyeti başbakanına hakaret edip (dönemin cumhurbaşkanının ifâdesiyle) “boşalma hakkını kullanarak” omuzlarındaki tek yıldızlı generallik rütbesini itibarsızlaştırabiliyorlardı. Yeni yeni palazlanmaya başlayan Anadolu sermâyesi “Yeşil sermâye” listeleriyle iflâsa zorlanıyor, yatırımlarına el konuyor ve sağladıkları istihdam yok edilip binlerce âile ekonomik sorunlar sebebiyle parçalanıyordu.
Ekonominin ve sanayinin çarkları durmuştu. PKK terörü gemi azı almıştı. Milyonlarca gencin eğitim hakkı elinden alınmıştı. Doğrunun ve gerçeğin tek sâhibi olduğu yalanına herkesi inandırmaya çalışan “vatansever görünümlüler”, buna karşı çıkanları “gerici”, “irticâcı” diye yaftalıyorlardı. Kendilerini vatanın ve devletin sâhibi zanneden bu “vatansever görünümler”in çizdiği sınırların dışında kalanlar, “İran’a!” veya “Suudî Arabistan’a!” denilerek tahkir ediliyordu.
O zaman “cemaat” zannedildiği için tepki gösterilen FETÖ’nün gerçek yüzü ortaya çıkınca şimdi ortaklık yapacak kadar ihânet damarı kabarmış olan bu “vatansever görünümlüler”, vatanı parçalamak için ülke insanının kanını döken PKK terör örgütünden de oy istemeyi içlerine sindirebilmektedir.
Millî Mücâdele sırasında İngiliz Mühipleri’nin yanından ayrılmayanların torunları, 28 Şubat’ta “nereden geldi bir sakallılar, nereden çıktı bu türbanlılar” diyorlardı. Şimdi istediklerini yapamadıkları için “Bu ülkede yaşanmaz” deyip ya da Amerika’dan demokrasi dilenerek gerçek yüzlerini gösteriyorlar.
Seksen yaşındaki kadını sağlık karnesindeki başörtülü fotoğraf sebebiyle tedâvi etmeyenler yüzünden, vesikalık fotoğrafçılar fotoshop yapmakta ustalaşmıştı. Başörtü üstüne peruk takma gibi bir trajikomedi yüzünden peruk fiyatları artmıştı.
İkinci 28 Şubat’ın telâfisi olmaz
O günleri yaşamayanlar artık oy veriyor. Milletin gözünün içine baka baka yalan söylemeyi bir kişilik özelliği hâline getirenlerin “rahatlığı” bu yeni seçmenleri kandırabiliyor. Sosyal medya kirliliğini, bilgi hazinesi zanneden bu yeni nesil, yaşı gereği vaad edilen her güzel şeye inandığı gibi, “vatansever görünümlüler”in söyledikleri yalanlara ve attıkları iftiralara inanabiliyor. Gelecek yirmi otuz yılın toplumsal hâfızasının yaşayan sâhipleri olacak bu yeni seçmenler, başına “demokrasi”, “insan hakları”, “özgürlük” gibi kelimelerin konulduğu yalanlara inanırlarsa, telâfisi imkânsız ikinci bir 28 Şubat felâketi kaçınılmaz olacaktır. Zira bu “vatansever görünümlü” zihniyet, vefâsız ve riyâkâr olduğu için, bugün yalanlarıyla kandırdıklarıyla işleri bitince, ilk sırada onlara yaşam hakkı tanımamakta tereddüt etmeyecektir. Bu fırsatı ele geçirirlerse, çok sevdiklerini iddia ettikleri vatanın evlatlarını bir nesil daha harcamakta zerre tereddüt duymayacaklardır.