Metropollerin küresel ekonomide bir ülkenin dış ticarette karşılaştırmalı üstünlüğünü belirlemede önemli bir yeri olduğundan bahsetmiştim.
Bunun ana gerekçesi “yığın ekonomisi” (İng. economies of agglomeration) olarak adlandırılan ve belli bir işkolunda sanayi kümelenmesinin hem toplam üretim maliyetlerinde düşmesine sebep olması hem de üretim teknolojisini yenileyen süreç inovasyonlarını desteklemesi ve başarı ihtimalini arttırmasıdır. Böylece bir metropolde genelde her işkolunda üretim yapılırken, özelde belli işkollarında uzmanlaşma ve yığınlaşma gerçekleşmektedir. Metropoller küresel şehirler olarak, uzmanlaştıkları iş kolunda teknolojik yenilenme sürecinin lokomotif gücüdür. Neticede, metropollerin sağladığı verimlilik artışı ülkenin dış ticarette rekabet gücünü de arttıracaktır. Yani, yeniçağda metropoller inovasyon merkezleri olarak tasarlanır ve geliştirilirse, iktisadi büyümeye olumlu katkılar sunacaktır. Pekiyi, inovasyona yol açan şey nedir? Bilimsel çalışmalar her zaman patentle mi sonuçlanır? Alınan patentler ne derece iktisadi büyümeye katkı sunar? Bugün bu konuyu işleyeceğim.
Elimde ikisi de genç ama konularında yetkin iki meslektaşımın (benim de az da olsa katkı sunduğum) bir çalışmaları var. Dr. Kemal Dinçer Dingeç Altınbaş Üniversitesi mensubu bir öğretim üyesi. Dr. Furkan Börü ise İstanbul Üniversitesi’nden doktoralı bir iktisatçı. Türkiye’de bilimsel çalışmalar, üretilen patentler ve iktisadi büyüme üzerine nitelikli bir çalışma gerçekleştirdiler. Ben de bazı noktalarda katkıları sundum. İnşallah, bir uluslararası dergide yayınlatacağız.
Çalışmanın adı “Impact of Scientific and Technological Knowledge on Economic Growth in Turkey – Türkiye’de Bilimsel ve Teknolojik Bilginin İktisadi Büyüme Üzerindeki Etkisi”. Burada çalışmanın adında da belirtildiği gibi iki tip bilginin büyüme üzerindeki katkısı araştırılmış. Bilimsel bilgiyi ölçmek için SCI yoğunluğu kullanılmış ki, bu bir ülkede bir yılda bir milyon kişi başına düşen SCI standartlarında yayınlanan makale sayısıdır. Burada konuya yabancı okuyucularım için ufak bir açıklama yapalım: SCI Bilimsel Atıf Endeksi anlamına gelen İngilizce “Science Citation Index” ifadesinin kısaltmasıdır. Uluslararası bilim camiasında itibarı yüksek, uluslararası kabul görmüş bilimsel dergiler SCI içinde tasnif edilir. Yani bilim insanları için SCI içindeki bir dergide yayın yapmak Şampiyonlar Liginde oynamak gibidir. İşte bir ülkede yıllık bir milyon kişi başına düşen SCI içindeki dergilerde yayınlanan makale sayısı bilimsel bilgiyi ölçmek için kullanılan “SCI yoğunluğunu” verir.
Teknolojik bilgi ise şirket patentleri yoğunluğu ile ölçülür. Patent, bir süreç veya ürün inovasyonunun mülkiyet ve kullanım hakkını inovasyonu yapana veren uluslararası camiada kabul görmüş bir antlaşma belgesidir. Bu antlaşma ile inovasyonu yapan kişi veya kurum, belli bir süre için o inovasyondan ve inovasyonun kullanımından doğan tüm halk ve kazançların tek sahibidir. Çalışmada şirket patentleri yoğunluğu ile bir ülkede bir milyon kişi başına üretilen patent sayısı kastedilmektedir. Bunun için ABD Patent ve e-Marka Ofisi’nin verileri kullanılmış. Yine bu kaynakda, uluslararası itibar ve saygınlığa sahiptir.
Çok uzatmayayım, Dr. Dingeç ve Dr. Börü’nün bulduğu ve benim de eleştiri ve fikirlerimle katkı sunduğum çalışmanın sonuçları vahimdir: Türkiye’de bilimsel bilginin artışı ile patent artışı arasında her iki yönde de bir etkileşim yoktur. Sanki bu iki değişken birbirinden bağımsız, tamamen farklı gelişmelerle oluşmaktadır. İşin daha enteresan olan tarafı da, bu ikisi ile iktisadi büyüme arasında da çok zayıf bir ilişki vardır. Bazı yeni teknik ve verilerle işin ayrıntısını araştırmaktayız, ancak kabaca görünüm budur.
Kentsel iktisat yazılarımdan sonra Türkiye’de Yüksek Öğretim’in sorunlarına değineceğimden bahsetmiştim. Bugün aslında işin tam bam teline basmış durumdayız. Burada iki soru sorulabilir:
Üniversitenin ürettiği bilimsel çalışma, inovasyona yol açmıyorsa, ekonomik kalkınmaya bir katkıda bulunmuyorsa üniversitenin ne anlamı vardır?
Eğer firma ve kurumların aldıkları patentler üretim teknolojisinde dönüşmeye ve ülkede sanayi üretiminin kalitesini arttırıp maliyetleri düşürmüyorsa, bu patent neyin patentidir?
Birinci sorunun cevabını verelim. Türkiye’de (ve dahi birçok Latin Amerika ülkesinde) SCI’de yer alan bilimsel çalışma sayısı artsa da, bunların pratikte sanayi üretimine bir katkı sağlamayan, “üretken olmayan” çalışmalar olduğunu söyleyebiliriz. Eğer bir ülkede, işsizleri dört sene daha oyalamak ve böylece kayıtlı işgücüne katılımlarını geciktirmek amacıyla veya üniversitenin açıldığı yerde konut sektörü (ev sahipleri, müteahhitler ve emlak kredisi verenler) ile yöre esnafının nemalanması ve bu sayede de iktidar partisinin oyları toplaması amaçlanıyorsa bol bol iktisat, işletme, kamu yönetimi, uluslararası ilişkiler ve benzeri bölümler açılır. Buralara (akademik seviyeyi bayağı düşürerek) bir sürü insan atanır. Unutmadan ekleyelim, akademiye girme sürecinde İl Başkanı’nın kayınçosundan referans sahibi olmak da yaşamsal öneme sahiptir. Bu tarz yapılarda çalışan kadrolar, kariyerlerinde yükselebilmek için bol bol makale yazarlar. Ama bu makalelerin memleketin ekonomisine, üretimin verimliliği ve maliyetine en ufak bir olumlu katkısı olmaz. Bu yayınlar itibar kazandırır, yayınlayan hocaya (üç kuruş da olsa) teşvik parası kazandırır, daha başka bir işe de yaramaz.
İkinci sorunun cevabı da açıktır. Türkiye’de mühendisler tasarım, planlama ve inovasyon konusunda çalışmazlar. Hâlbuki esas yapmaları gereken budur. Memlekette mühendis fazlalığı ve tekniker açığı vardır. İkisinin arasındaki fark şudur: Tekniker, sahada işçilerin başında üretim süreci safhalarında ortaya çıkan pratik sorunları çözmekle yükümlü iken, mühendis masa başında üretim sürecinin, ürünlerin niteliğinin planlamasını yapar. En azından medeni ülkelerde, adam gibi çalışan kapitalist ekonomilerde iş bölümü böyledir. Türkiye’de ise yetişen mühendisler tekniker gibi çalıştırılmaktadır. Mühendislerin esas vazifesi de patronun yakınlarına verilmektedir. Yani inovasyonu yapıp patent üretecek elemanlar, conta sıkmakla, bakım onarım yapmakla meşguldürler.
Türkiye’de yine de inovasyon yapılmaktadır. Ama bu ne inovasyonudur? Ürün inovasyonu… Teknoloji geliştirecek, maliyetleri düşürecek inovasyon süreç inovasyonudur. Bunun için iyi bir planlama, sıkı bir iş bölümü ve bolca para gerekir. Bunların hiç biri Türk firmalarında yoktur. Ancak, milletimizin ortak vasfı uyanıklığı ve kısa yoldan köşe dönme arzusudur. Bu yüzden, firmalarımız müşterinin zayıf noktasını görüp ürünleri müşterinin zevkine göre yenilemekte mahirdirler. Bu da ürün inovasyonudur.
“Hocam, hiç süreç inovasyonu yapmıyor muyuz?”, diye sorarsanız ben de derim ki: “Biz de yapılan süreç inovasyonu, daha çok büyük firmalarımızın Avrupalı ortaklarının kendi ülkelerinde geliştirdikleri yeni tekniklerin Türkiye’ye adaptasyonundan ibarettir!” Başımdan geçen bir anekdotla bitireyim: 2023 hedeflerinin planlandığı çalıştaylardan birinde, ben söz alıp firmalarımızın inovasyon için pay ayırması, gerekirse birden fazla firmanın ortak teknoloji yatırımı yapması gerektiğinden bahsedince oradaki çokça bilinen meşhur bir sanayici büyüğümüz şöyle demişti: “Hoca, boş ver sen inovasyonu minovasyonu! Devlet bize ne kadar vergi indirimi yapacak, sen onu söyleyiver hele!” demişti. Benim tabii ki nutkum tutulmuştu.
Allah sonumuzu hayretsin.