Türk devlet geleneğinin dört safhada gelişerek bugünlere geldiğinden bahsetmiştik.

Türk devlet geleneğinin dört safhada gelişerek bugünlere geldiğinden bahsetmiştik. Birinci Safha Türklerin göçebe ekonomi politiğine uygun yaşadığı dönemdi. Bu safhadan kalan temel değerler Türklerin ordu – millet vasfı, dayanışmacı bir toplum yapısı ve ilkel kabile demokrasisiydi. İkinci Safha Türklerin İslam’a girdiği, Akdeniz havzası ve Ortadoğu’ya geldiği ve bu sürede yerleşik hayata geçiş sürecine girdiği dönemdi. Bu dönemden kalan temel değerler arasında tasavvuf irfanıyla İslam’ın yorumlanması, kurumsal bir devlet yapısının paydaşı olmaları, tarım ve ticaretle tanışırken göçebe gelenekten gelen grup mülkiyetine dayalı dayanışmacı toplum yapısını sürdürmeleri ve İran bürokrasi geleneği ile başta şiir olmak üzere İran sanatını tevarüs etmeleri sayılabilir. Tarihsel dönem olarak İkinci Safha Büyük Selçuklu, Anadolu Selçuklu, Beylikler ve Fatih zamanına kadar Osmanlı dönemini kapsar. Üçüncü Safha Fatih Sultan Mehmet’ten Sultan II. Mahmut zamanına kadar gelir. Bu safha çokuluslu, kozmopolit ve merkezi bir imparatorluk yönetimine Türklerin uyum gösterme sürecidir. Tabiî ki, bu uyum sağlama süreci yumuşak olmamış ve kanlı olmuştur. Bu dönemde Türk devlet geleneğine katkı olarak Roma – Bizans devlet teşkilatının Türklere uyarlanması, son göçebelerin de yerleşik hale getirilmesi, çokuluslu imparatorluk sosyolojisinin bir sonucu olarak başta İstanbul’da ve Rumeli’de olmak üzere sanatı, şehirciliği, mutfağı ve günlük yaşamıyla klasik Türk kültürünün inkişaf etmesi söylenebilir. Pekiyi dördüncü ve son aşama nedir? Milli devlet ve demokrasinin zaman içinde kurumlarıyla gelişmesi, gecikmiş bir kapitalist sermaye birikimi süreci ve bunların sonucu olarak da şehirlileşme ve sanayileşme dönemlerini içeren süreçtir.

DÖRDÜNCÜ SAFHA: MİLLİ DEVLET, MİLLETLEŞME, SANAYİLEŞME VE ŞEHİRLİLEŞME

Vaka-yı Hayriye’den sonra ve devamında Tanzimat Dönemi’nde Türk devlet geleneği açısından en önemli katkı Anadolu ve Rumeli’nin Müslüman ahalisinden müteşekkil yeni bir devlet teşkilatı ve bürokrasi kadrosunun kurulması idi. Klasik dönemler boyunca asker ve ulema sınıflarına dâhil olabilen ama çoğunlukla bürokrasi ve devlet yönetimi haricinde tutulan Anadolu ve Rumeli’nin yerli ve Müslüman ahalisi, artık bürokrasinin de temelini oluşturmaya başlamıştı. Pekiyi nasıl bir devletti bu? On dokuzuncu yüzyılda Batı’da görülen milli devletin Osmanlı şartlarına uyarlanmış haliydi. Takip eden soru da şudur: Milli devletin gözle görülen vasfı nedir? Her şeyden önce milli ve standart eğitim sistemi, ortak bir vatan tanımı, vatandaşlık bağına dayalı bir millet tanımı, yasama, yürütme ve yargı erklerinin şeffaf bir şekilde milli irade temelinde yeniden kurulması, zorunlu askerlik uygulaması, vatandaşlık hakları ve temsili demokrasinin tesisi… Bunlar milli devletin siyasi ve idari tarafıdır. İktisadi tarafı ise önce özel mülkiyet haklarına dayalı sanayi kapitalizminin gelişimi, buna bağlı olarak iç ve dış ticari ile iç ve dış mali liberalleşme hamlelerinin yapılması sayılabilir. II. Mahmut dönemini takiben Islahat ve Tanzimat Fermanları, I. Ve II. Meşrutiyet idareleri, aslında “temsili demokrasinin tesisi” dışında, milli devletin idari ve siyasi vasıflarının iyi kötü yerleştiği dönemleri temsil eder. Eksiksiz ve yerleşik hale gelmiş bir temsili demokrasinin yaşam tarzı olarak tesisi içinse Cumhuriyet İdaresinin çok partili dönemini beklemek gerekmiştir. Ancak bugün bir çırpıda sayabileceğimiz birçok Cumhuriyet kurumunun temelleri de son dönem Osmanlı’dan miras kalmıştır. Örnek olarak Sayıştay, Danıştay, Yargıtay, Başbakanlık ve Hükümet teşkilatı, Maliye Bakanlığı, Dış İşleri Bakanlığı, İç İşleri Bakanlığı ve Polis teşkilatı, Genelkurmay Başkanlığı, Kara ve Deniz Harp Okulları, Ziraat Bankası, PTT, Devlet Demiryolları, İstanbul Üniversitesi, Mimar Sinan Üniversitesi, İTÜ ve hepsinden önemlisi TBMM… Öte yandan Milli Devletin iktisadi vasıflarının tanımlanması ise Cumhuriyet Döneminde gerçekleşmiştir. Tek gümrük idaresinin tesisi, vergi sisteminin modernleştirilmesi, Merkez Bankası’nın kurulması, temel sanayi alt yapısının kurulması ve sanayi sermayesinin birikim sürecinin başlaması… Bu iç ticari liberalleşme sürecidir ve 1923 – 1980 arasındaki dönemde gerçekleşmiştir. Bu süreçte Türkiye sanayileşme sürecini büyük ölçüde tamamlamış ve su, elektrik, ulaştırma ve haberleşme hizmetleri yurt çapında yaygın hale gelmiştir. 1980’de dış ticari liberalleşme, 1985’te iç mali liberalleşme ve 1989’da da dış mali liberalleşme reformları tamamlanmıştır. 1950’den sonra geçilen çok partili hayat, Osmanlı dönemindeki ilk demokrasi çabalarının daha kurumlaşmış ve şehirlileşmiş bir toplum içinde uygulandığı bir süreç olmuş ve bugüne kadar da gelmiştir.

Dördüncü safhayı özetlemek gerekirse, bu safha eş anlı olarak şehirlileşme, sanayileşme ve demokratikleşme sürecidir. Bu sürecin doğal sonucu da vatandaşlık tanımına bağlı bir millet kimliğinin oluşması ve sekülerleşmedir. Ancak bu değişimin yüzyıldan kısa bir zamanda gerçekleşmesi birçok iktisadi problemin doğmasına ve yapısallaşmasına yol açmıştır: Örnek olarak bölgeler arası eşitsiz gelir ve servet dağılımı, kronik dış ticaret açıkları ve dış borç birikimi, çarpık kentleşme ve plansız sanayileşme sayılabilir. Bunların sonucu olarak da kronikleşmiş sosyal sorunlar ortaya çıktı: Türk toplumunda farklı ölçeklerde kimlik ve aidiyet çatışmaları, şehirlerde yığılmış niteliksiz işgücü, kadın cinayetleri, büyükşehirlerde yeniden palazlanmaya çalışan suç şebekeleri ve terör.

KÜRESELLEŞME VE SONRASI

21’inci yüzyılın ilk 20 yılı, bütün dünya gibi Türkiye de, yeni bir üretim teknolojisinin getirdiği küreselleşme ve onun sonucunda doğan hızlı bir iktisadi ve sosyal değişime sahne oldu. Geçmişimizden gelen köklü bir devlet geleneğimiz olmasına rağmen mevcut devlet teşkilatı ve örgütlenmesi bu değişimin etkilerine karşı kırılganlaştı. Son bir senede pandemi sebebiyle ortaya çıkan iktisadi ve sosyal problemler kırılganlığı arttırdı. Sorunlar yeni bir anayasa ve uyum yasaları yapılarak çözülecek sorunlar değildir. Hem muhalif görüştekilerin hem de iktidar cenahının yasa ve anayasa değişikliğine bel bağlaması meseleye çözüm getirmez. Çünkü sorunlar hukuki değil iktisadi ve sosyolojiktir. Türk devlet geleneğinin merkezi ve milli devlet temelinde yeni çağın yeni şartlarına göre sosyal devlet ilkesi ve özgürlükçü demokrasi üzerinde yenilenmesi, bu ilkelerin gereği olan politikaları uygulanması, çarpık kentleşme ve plansız sanayileşmeye bir son verilmesi, gelir ve servet dağılımda eşitsizliğin giderilmesi, bireysel özgürlüklerin ve fırsat eşitliğinin teminat altına alınması, işgücünü yeni çağda rekabet edebilecek ölçüde nitelikli hale getirecek bir eğitim sistemi kurulması ve kimlik çatışmalarını ortadan kaldıracak bir toplumsal mutabakata varılması zorunlu hale gelmiştir. Tabiî ki, bütün bunlar, bir günde çözülebilecek sorunlar değildir. Ama ilk önce problemlerin doğru şekilde tespit edilip tanımlanması önemli bir başlangıç olacaktır. İhtiyaç duyduğumuz güç ise Anadolu’nun verimli toprağı ve insanlarımızın samimi bir şekilde kucaklaşmasında saklıdır.