Yazının başlığı oluşturan cümle, Sosyoloji'nin kurucu babalarından kabul edilen Emile Durkheim'a âittir. Ateist bir dünya görüşüne sâhip olduğu bilinen Durkheim'ın böyle bir tespit yapması, dine çok katmalı bakmasının bir neticesidir.
Yazının başlığı oluşturan cümle, Sosyoloji’nin kurucu babalarından kabul edilen Emile Durkheim’a âittir. Ateist bir dünya görüşüne sâhip olduğu bilinen Durkheim’ın böyle bir tespit yapması, dine çok katmalı bakmasının bir neticesidir.
Durkheim’ın bu tespitinin ortaya koyduğu en önemli gerçek, sosyal yapılarda “din ve din dışı” şeklinde bir ayrımın yapılamayacağıdır. Din, sosyal bir sistemdir ve her sosyal sistem, “dinsel”dir. Buradaki din kavramı, semâvî olsun ya da olmasın, din olarak bilinen ve inananları bulunan inanç sistemlerinin ötesinde, insan hayâtına anlam katan bir sisteme işâret etmektedir. Çünkü, inanç ve iman konusunda kafa yoranların büyük bir fikir birliği içinde kabul ettikleri gibi, inançsız insan yoktur. Bilinen dinleri inkâr etmek de, yâni “inanmamak” da bir inançtır.
Bu tespit, dine sâdece bir ibâdetler sistemi olarak bakma eğiliminde ve alışkanlığında olan bir “dindar” dünya görüşüne kıyasla dini, hayâtın çok daha merkezine koyar. İnsanı, diğer insanlarla paylaşmadığı bir hayat yaşamayan bir toplumsal bir varlık olarak gördüğü için, insanın hem kişisel hem de toplumsal anlamda hayâtını anlamlandıran her sisteme “din” olarak bakar.
Din, hayattan ayrı, kenarda köşede yaşanan sâdece bir ibâdet sistemi değil; âdeta hayâtın ta kendisidir. Âteist bir düşünür olarak Durkheim, dinî hayat-dindışı hayat ayrımını yapan modern dünya görüşünün doğduğu yer olan Batı dünyâsının en etkili düşünürü olarak bu ayrımın imkânsızlığını da ortaya koymuştur.
Din, Sâdece Bir İbâdet Sistemi Değildir
Ülkemizde, kendini “dindar” olarak tanımlayıp Batı’nın laik ya da seküler dünya görüşüne karşı çıkan kesimin büyük bir bölümü dindarlığı ibâdet etmek olarak tanımlar. İslâm dini deyince namaz, oruç, hac, zekât gibi ibâdetler sayılır. Bir kişinin Müslüman olduğuna işâret eden ve bir anlamıyla da İslâm’ın şartı olan bu ibâdetlerin yapılırsa sevap, yapılmazsa günah olmasından daha önemli toplumsal önemi ve işlevi vardır.
Din, inananlarına sosyal bir disiplin, toplumsal yapı için rol yükler. Bu disiplin ve rol ile insanlar, toplumsal hayatlarını, daha önceki nesillerin oluşturduklarını hazır alma ve kullanma avantajı içinde yaşarlar. Bu avantaj, insana bu dünyâda bulunma amacı olan sürekli gelişen bir medeniyet kurma imkânı tanır.
İslâm, sâdece bir ibâdet sistemi olsaydı, kuralları Kur’ân-ı Kerim’de buyurulmuş ve tatbikatı Peygamberimiz (s.a.v) tarafından yapılmış ve yüzlerce yıldır hiç değişmeyen ve gelişmeyen bir din olurdu ki, kıyâmete kadar geçerli olma özelliğinin hiçbir anlamı olmazdı. Zira günümüzün ve geleceğin ihtiyaçlarına cevap verme gibi bir iddiâsı olamazdı.
İslâm, sâdece bir ibâdet sistemi olsaydı, bütün dünya mescid olarak kabul edilmezdi. Demek ki İslâm’da dünya, “secde edilen yer” demek olan “mescid” olarak kabul ediliyorsa, mesele sâdece namaz kılma şeklinde bir secde değil, ibâdetlerle öğrenilen disiplinin sosyal hayâtın her ânına uygulanmasıdır.
İbâdetlerin İşlevi
Oruç tutarken kazanılan nefs hâkimiyeti, Hac yapılırken hissedilen ulvî duygular kişinin sosyal hayâtına uygulamak için edinmesi gereken alışkanlıklardır. Namazın içinde bulunan zamâna önem verme, mekân ve yön duygusu, konsantrasyon vb. hususların hepsi bu ibâdeti yerine getiren kişinin sosyal hayâtına yansıtması gereken özelliklerdir. Bu yüzden namazın cemaatle, sosyal bir ortamda kılınması tavsiye edilmektedir. İbâdetler, yaparken kazandığımız güzel alışkanlıkları sosyal hayâtın her ânına aksettirmemiz gereken alışkanlıklar edinmemiz için farz kılınmıştır. Aksi takdirde bizim ibâdetimize muhtaç olmayan Allah’ın bizden bu ibâdetleri yerine getirmemizi istemesinin ne anlamı kalırdı ki!