Televizyonlarda yer alan pek çok tartışma programında dikkatimi çeken konulardan biri tartışmanın akışı içinde bir noktadan sonra tartışmacılardan birinin ya da birkaçının konuyu saptırarak dikkatleri söylenen sözden, sözü söyleyenin ilgisiz bir yönüne çekme çabasıdır.
Televizyonlarda yer alan pek çok tartışma programında dikkatimi çeken konulardan biri tartışmanın akışı içinde bir noktadan sonra tartışmacılardan birinin ya da birkaçının konuyu saptırarak dikkatleri söylenen sözden, sözü söyleyenin ilgisiz bir yönüne çekme çabasıdır. Söz konusu çabaya yönelen bir tartışmacının mantık diliyle Argumentatum Ad Hominem (Ad Hominem) hamle yaptığını söyleyebiliriz. Ad Hominem bir safsata türüdür. Her ne kadar yanlış akıl yürütme biçimleri olsa da safsatalara, yanıltmacalara kimi zaman hatalı akıl yürütme nedeniyle değil, tartışmada kazanan taraf olmak ya da kitleleri etkilemek için de bilinçli bir şekilde başvurulur. Yanıltmacalara özellikle de siyaset adamlarının sıklıkla başvurduklarını söyleyebiliriz. Bir siyaset adamının rakibinin ileri sürdüğü bir eleştiriye eleştirinin bağlamı içinde kalarak argümanlara dayalı tutarlı bir yanıt vermek yerine doğrudan onun kişiliğine saldırması bir yanıltmacadır. Söz konusu saldırı, yani Ad Hominem hamle, ona muhatap olan rakibin benimsediği ideoloji, tarafı olduğu siyasi parti, görüş, etnik ya da dini aidiyet gibi herhangi bir bağlamda olabilir. Sen zaten liberalsin, sen zaten sosyal demokratsın ya da sen zaten muhafazakârsın gibi… Ad Hominem hamle yapan siyasi figür aslında tartışmanın özüne ilişkin hiçbir şey söylememektedir; ve yukarıda da işaret ettiğim gibi pek çok siyaset adamı retoriğinde (söz söyleme sanatı) bu tür yanıltmacalara başvurur. Siyasal yaşam içinde böylesi yanıltmacalara yalnızca günümüzde değil, öteden beri başvurulmaktadır. Antik Yunan dünyasından kimi Sofistlerin yetiştirdikleri siyaset adamlarını buna örnek gösterebiliriz. Sofistler politikaya hazırlanan gençleri yetiştirirken eristik diyalektiği (haklı çıkma sanatı) öğretiyorlardı. Sofistik eristiğin amacı, hakikat ya da belirli bir konuda doğruya ulaşmak değil, kendi görüşünü kabul ettirmek, tartışmayı kazanmaktı. Retoriğinde eristik diyalektiği tercih eden bir siyaset adamı duyguların akıl ile alınan kararlardan daha iyi bir yol gösterici olduğunu savunuyordu; ve söz konusu siyaset adamının gözünde, kitlelerin düşüncelerinin belirleyicisi duygular olmalıydı. Duygulara, heyecanlara seslenen bir retorikte ise akla ve düşünmeye pek az yer kalması kaçınılmazdı. Dolayısıyla yanıltmacalara başvuran siyaset adamı duyguları harekete geçiren etkili retoriğiyle dinleyicileri büyüleyerek görünüşü kendi yararına kullanma çabası içindeydi. Tam da bu nedenle etkili retoriğin içinde yanıltmacaların bulunması kaçınılmazdı. Nasılsa önemli olan doğruluk, hakikat değil, yanıltmacalar aracılığıyla duyguları, duygular aracılığıyla da kitleleri etkilemekti. Söz konusu siyaset adamının temel kaygısının hakikat değil, kendi bencil çıkarları olduğu söylenebilirdi. Sonuçta ister televizyondaki bir programda tartışan kişiler olsun, ister siyaset adamları olsun tartışma sırasında safsatalara, yanıltmacalara başvuruyorlarsa söz konusu kişilerin hakikat arayışında olmadıklarını, kendi çıkarlarının peşinde koştuklarını söyleyebiliriz. Bu tür kişilere salık vereceğimiz tek öğüt Michel Foucault’un parrhesia kavramı üzerinde uzun uzadıya düşünmeleri olabilir.