Kudüs doğumlu Hristiyan bir ailenin çocuğu olan Edward Said'in tanımına yeni bir boyut kazandırdığı oryantalist söylemin tarihteki izi Eski Yunan'a kadar sürülebilir.
Fransa Cumhurbaşkanı Macron geçtiğimiz günlerde yaptığı bir konuşmasında, “İslam’ın bütün dünyada kriz yaşayan bir din olduğunu” ileri sürdü. Söz konusu ifadesini temel alarak Macron’u son oryantalist olarak tanımlayabiliriz. “Oryantalist” ifadesiyle, Batı uygarlığının “Doğu” toplumları hakkındaki ideolojik ön kabullerini, imgelerini ve hayalî resimlerini içeren düşünce biçimlerini kastediyorum.
Kudüs doğumlu Hristiyan bir ailenin çocuğu olan Edward Said’in tanımına yeni bir boyut kazandırdığı oryantalist söylemin tarihteki izi Eski Yunan’a kadar sürülebilir. Batı toplumlarının zihninde iki bin beş yüzyıllık birikimi yansıtan bir “Doğu” söyleminden söz edebiliriz. Said’in işaret ettiği gibi ancak bir söylem olarak incelersek, Doğu’nun siyasi, sosyolojik, askeri, ideolojik, bilimsel, imgesel olarak üretilebilmesini sağlayan oryantalizmi anlamamız olanaklıdır. Said, oryantalizm ve söylem ilişkisi üzerine düşüncelerini geliştirirken Fransız düşünür Michel Foucault’dan esinlenir.
Foucault’ya göre, söylemin kendisi bir iktidardır; yani iktidar etkisi olmayan bir söylemden söz etmek olanaklı değildir. Bununla birlikte iktidar ile bilgi bir aradadır, iktidar olmadan bilginin üretilmesi de olanaklı değildir. Söylemin bilgiyi de ürettiğine dikkat çeken Foucault’un gözünde söylemin doğru dediği doğru, yanlış dediği ise yanlıştır. Söylem ve iktidarın birlikte oluştuğuna işaret eden Foulcault’nun söz konusu söylem, bilgi, iktidar kavrayışını dikkate alır, Batı’nın oryantalist söylemine uyarlarsak eğer, ki Said bunu yapmaktadır; “Doğu”, Batı’nın toplumsal ve dilsel pratiklerinin ürettiği söylemsel bir kavramdır. Söz konusu batılı söylem Doğu’yu ötekileştirmekte, ötekileştirirken onu pasifleştirmekte, küçük görmekte, söylemin içine hapsetmekte, mutlak metinler üreterek imgesel bir “Doğu” yaratmaktadır. Başka bir ifadeyle, batılı söylemin işaret ettiği “Doğu” düşsel bir doğudur. Böylelikle Batı’da üretilen söylem Doğu’yu kendi gerçekliği içinde başlı başına ele almak yerine, kurgusal temsillerle ifadesini bulan bir anlatı haline getirmektedir. Sözü edilen anlatıda, “mistik, egzotik bir varlık” olarak tanımlanan Doğulu, “zevk düşkünü, irrasyonel, peçesinin altına gizlenen, yalancı, uyuşuk, şüpheci” bir varlık olarak resmedilmektedir.
Gerçekten, Batı’nın, Doğu’yu kendi içinde tanımlamasında kullandığı imgelere bakıldığında açıkça görülmektedir ki, her bakımdan “Anglo-Sakson asilliğinin, zekiliğinin ve zenginliğinin karşısında yer alan bir Doğu tanımlaması” vardır. Sonuçta Batı toplumu kendisini Doğu’yu tanımlayarak var etmektedir. Böylece, “öteki” ve “kimlik” tartışmasını başlatan Batı’nın gözünde “ben”in bir anlam kazanmasını “öteki”, yani Doğu olanaklı kılmaktadır. Evet, Macron’un geçtiğimiz günlerde yaptığı konuşmayla iki bin beş yüz yıllık geçmişi olan oryantalist söyleme bir katkı yaptığını söyleyebiliriz. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki Batının “Doğu”ya tepeden bakan bu yaklaşımına artık bir son vermesi gerekir. Bunun zamanı gelmiştir.