Ülkemizde kadınların toplum içinde yaşadıkları en büyük sorunun maalesef şiddet olduğunu söyleyebiliriz.
Ülkemizde kadınların toplum içinde yaşadıkları en büyük sorunun maalesef şiddet olduğunu söyleyebiliriz. Her ne kadar “25 Kasım Kadına Karşı Şiddetle Mücadele Günü” söz konusu soruna dikkat çekse de şiddet bir gün tartışıp geçebileceğimiz bir sorun değil. Kadına yönelik şiddete ilişkin gün geçmiyor ki ülkemiz yazılı ve görsel medyasında bir haber çıkmasın. Öncelikle kadına yönelik şiddet ifadesiyle belirli bir şiddet türünü kastetmediğimi belirtmek isterim; çünkü söz konusu şiddet psikolojik, sözel, ekonomik, cinsel ya da fiziksel olmak üzere çeşitli biçimlerde kendini gösterebiliyor. Çeşitli biçimlerde kendini gösteren, kadını hedef alan şiddetin pek çok nedeni olabilir. Açıkçası ben olası nedenlerden birinin toplumsal cinsiyet rolleri bağlamında dil ile ilişkili olduğunu düşünüyorum. Peki, kadına yönelik şiddet ile toplumsal cinsiyet rolleri bağlamında dil arasında nasıl bir ilişki kurabiliriz? Bu soruya yanıt verebilmek için, önce toplumsal cinsiyetin ne anlama geldiğini ve biyolojik cinsiyetten farkını ortaya koymakta yarar var. Cinsiyet, kadın ile erkek arasındaki biyolojik farklara, toplumsal cinsiyet ise bir toplumda söz konusu cinsel kimliklere yüklenen rollere, sorumluluklara işaret ediyor. Bir toplumda kadınların “nazik, yumuşak başlı, hassas, evcimen”, ya da erkeklerin “saldırgan, hükmeden, hırslı, güçlü” gibi kavramlarla nitelendirilmeleri cinsel kimliklere yüklenen rollerle ilişkilidir. Cinsel kimliklere yüklenen çeşitli roller, haliyle kadın ve erkeğin tavır farklılıklarını da biçimlendiriyor. Diğer bir ifadeyle, toplumsal cinsiyet rolleri bizlerin tavrını da belirliyor. Kadınlardan beklenen tavırlar ile erkeklerden beklenen tavırlar birbirinden farklı olurken kadınlardan “kadın gibi”, erkeklerden de “erkek gibi” davranmaları bekleniyor. Beklenti bu olunca da kadın gibi olan kadının hassas ve duygusal, erkek gibi olan erkeğin ise lider, baskın ve bağımsız olması, söz konusu cinsiyetler için idealize edilen tavırlar halini alıyor. Öte yandan toplumsal cinsiyet rollerinin bizlerin sadece tavırlarını değil, dilini, dolayısıyla düşüncesini de biçimlendirdiğini söyleyebiliriz. Eğer dili düşüncenin aynası olarak kabul edersek, eril egemen dilimizin kadına ilişkin düşünüş biçimlerimizi de yansıttığını ileri sürebiliriz; “erkek adam ağlamaz, delikanlı ol, eksik etek, saçı uzun aklı kısa, karı gibi konuşma” gibi ifadeler toplumumuzda “kadın” ve “erkek” rolleri üzerine biçimlenen düşünüşlerimizi gayet güzel yansıtıyor. Öte yandan oldukça sık karşılaştığımız ağır küfürlerde kadınların dile getiriliş biçimi, bazı aşağılayıcı ifadeler ve hatta atasözleri toplumsal cinsiyet rolleri bağlamında dil ve kadına yönelik şiddet ilişkisini ortaya koyuyor. Sonuçta; düşünüş biçimimizin yansıması olarak dil, erkek egemen ve ayrımcı tutumların dışa vurulduğu, kadına yönelik şiddetin beslendiği yer olarak karşımıza çıkıyor.