Dünyaya merhametle bakan insan, yürekleri yumuşatan insandır.

Dünyaya merhametle bakan insan, yürekleri yumuşatan insandır. Alemi kendi benliğinden uzaklaşarak temaşa etmektir merhamet. Eşrefi mahluktaki türlü türlü halleri gönül dili ile izlemektir merhamet. Merhametle bakan merhamet bulmaz mı? Bulur elbette. Merhamet için çıkarını, kinini, bencilliğini yenmeli insan. Fakat öncellikle kendine merhametli olmayı öğrenmeli ki insan, merhamet etmeyi öğrensin. Kendine acıyan kendini acıtan insan merhametten uzaktır. Kendine merhameti olmayan, gizli gizli başkalarının da canını acıtandır.

Acımak

En kolayıdır ah, vah ile merhamet etmek. Gerçekten bu bir merhamet midir? Yanında onunla ağlamak, sonra da Allah yardım etsin deyip kendi yoluna gitmek midir merhamet? Simitleri sağa sola saçılmış gözü yaşlı çocuğa acımak mıdır merhamet? Yoksa omuzuna dokunup simitlerini toplamasına yardımcı olmak mıdır merhamet? Bir engelliye acımak aslında başımıza gelebilecek şeye karşı içimizde duyduğumuz korkunun bir tezahürü müdür? Acımak kolay olandır. Merhamet ediyorum dersin ama ancak acırsın. Kuru bir acıma ile geçiştirirsin hiç hissetmeden. Bu da en büyük acıdır senin için. Merhamet ısmarlama olmaz tatlı tatlı insandan yayılan bir kokudur, kokuyu duyana da kokuyu verene de mutluluk verir.

Merhametin ölçüsü

Öyle insanlar var ki bile bile karşısındakinin canını acıtıp zevk alıyorlar. Bu hallerin dereceleri de var. Anne çocuğuna eziyet edebiliyor. Bu eziyeti illa bedensel şiddet olarak anlamayın. Psikolojik olarak kendini acındırarak evli kızını zor duruma sokabiliyor. Bana ne ben anneyim, önce benimle ilgilenecek diyebiliyor. Oysa evladı gereğini yapmıştır ama anne daha fazlasını isteyebiliyor. İşte böyle bir acındırmaya karşı önlem alınmazsa, acıyan kişinin hayatı zindana dönüşebiliyor. En yakınlarımız dahi acıma duygusu olmadan en yakınının merhamet duygularını sömürebiliyor. Sosyal medyadan kendini acındıranlar olabiliyor. Çocuğunu kullanarak duygu sömürüsü yapıp insanları kullanabiliyorlar. Bu nedenle de merhametimizin bir ölçüsü bir tartısı olmalı. Kendimizi perişan ederek, haşa Allah’tan daha merhametliymişiz gibi bir ruh haline girmemeliyiz. Hangi konuda olursa olsun ölçüsü, dengesi olmayan insandan korkarım. İnsan hayati bir denge içinde, fizikten ve bedenin, maddeten ve manen bu dengeyi korumak zorundadır. Çünkü İslam sıratı müstakim demektir. Bu dengeyi bütün yaratılmışlara karşı da merhamet duygusuyla muamele etmemiz gerekiyor. Hayatî olmayan konularda sevdiklerinizin sadece kendilerini düşünerek bencilce boşu boşuna yaptıkları ısrar ve sitemlere aldırış etmememiz gerekir. Taşa, toprağa kullandığımız herhangi bir eşyayı bile hor kullanma hakkımız yokken insanı acıtmak da neyin nesidir? Acıma duygusu imandandır, adalettendir, ahlaktandır. Suistimaller ve ajitasyonlarla uğraşacak vaktimiz ve gücümüz de yoktur.

Acıtmayı öğrenmişse

İyilik yapanı kıskananlar bile var. Olmaz demeyin, oluyor. Fedakârca merhamet göstermenin aptallık olduğunu söyleyen, burun kıvıranlar var. Ya da çok merhametli olduğunu göstermek için merhametsizliğini sivil toplum kuruluşlarında boy göstererek, para dağıtarak örtmeye çalışanlar var. Ama bir yandan evdeki yardımcısına acımasızca davranıyor, garsonu aşağılıyor ve böylelikle insanların canını acıtıyor. Kim bilir ne derdi var. Çocukluğunda, gençliğinde neye maruz kaldı da bunca merhametsizliği yapmak durumunda kalıyor? Mutlaka onu da bir acıtan olmuştur diye düşünmeliyiz. İşte esas acınacak insanlar bunlardır. Bulunduğu durumun farkında olmayanları uyandırmak belli bir zamandan sonra çok zor oluyor. O yüzden merhamet insana verilen bir lütuftur. Bir insana verilebilecek en iyi öğüt “merhametli ol” demektir. Bir insan yetiştirirken yapılacak en hayırlı iş merhametli evlatlar, öğrenciler yetiştirmektir vesselam.

ECDAD GİBİ OLAMIYORUZ

Adını vermeyeceğim ancak bir hafta içinde iki ayrı tanıdığımdan maddi sıkıntılar nedeniyle çocuklarının okul masraflarını ödeyemeyeceklerine dair haberler aldım. Yönlendirme, destek ve yardım çağrılarıydı bunlar. Bir yakın dostumun çocuğu devlette bir pilot okulunu kazandı. Ancak okul beş bin lira para istiyor. Fakat bu ailenin bırakın o parayı vermesi şu andaki online dersleri bile ancak annesinin eski kırık cep telefonundan takip edebiliyor. Diğeri ise bir vakıf üniversitesi son sınıfta okuyor. Bugüne kadar taksitle yaptığı ödemeleri bu sene salgından dolayı peşin alacaklarını söylemiş okul. Ancak bu kadıncağızın eşi hasta çalışamıyor. Oğlu bir başka devlet üniversitesini kazanmış. Peki onca zengin var, sivil toplum kurumlarımız var. Bunlar ne yapıyor acaba? Bu öğrencilerin mağdur olmadan sağa sola dert yanmadan problemlerinin çözülmesi gerekmiyor mu? Bir müdür, öğretmen veya okul idaresi öğrencinin gözünden, kaşından ne durumda olduğunu anlayıp ecdadımızın yaptığı gibi insanları mahcubiyet durumuna düşürmeden çözüme kavuşturması gerekirken maalesef çuvallıyoruz..

Tekzip: 10.09.2020 tarihli YeniBirlik gazetemizin Buluşma Noktası sayfamızdaki Konuk yazarın ismi sehven yanlış yazılmıştır. Doğrusu Doç. Dr. Şehnaz Biçer olacaktır. Yazarımızdan özür dileriz.

HÜZÜN İLE DENİZ SARMAŞIK

Ömrümün bir günü daha bitiyor, yarına doğmak üzere güneşe elveda. Hüzün ile karmakarış bir mevsim, ne ben kendimdeyim ne o. Ne yaz sıcağı ısıttı beni ne de gelecek kış soğutacak, biliyorum. Ben hüzün ile yıkanmışım bu yaz, kuytular bile avutamadı beni. Hangi zamandayım hangi mekandayım; ahhh! Kim bilir daha kaç güneş doğacak, batacak ve ben hep o hışırtıyı bekleyeceğim. Senin beni rüzgarla karışık hüzne bulanmış gözlerinde avuttuğun o deniz gözlerine dalıp, çıkacağım. Ta ki hüzün beni yıkayıp tertemiz kendimden arındırana dek sende kaybolup gideceğim. Bulmak ve sadece bulmak içindi hüzün ve karmakarışık bir duada seninle yollara düştük. Taşlara basa basa düşmeden, çamura bulanmadan geldik bugüne. Baştan inandık bu rüyaya, çünkü sen ve ben olmadan kahramansız bir hayale kendimiz de inanmazdık. Bitmeyen bir hikayedeyiz. Bu dünyanın payına hüzün gözlerime deniz ama ikimize sarmaşık düştü.

Doç.Dr. Meliha Yıldıran Sarıkaya

DEVRİ DÂİM OLANLAR: YÛNUS EMRE VE SÜLEYMAN ÇELEBİ

Osmanlı’dan günümüze milletçe ve ittifakla benimsediğimiz edebî şahsiyetler diye bir başlık açsak, Yûnus Emre ve Süleyman Çelebi herhalde bu listenin baş kısımlarında yer alır. Yalnız burada her iki ismi “şâir” veya “edîb” diyerek sınırlamak, daha işin başında bu büyük şahsiyetlere haksızlık olur.

Yûnus Emre ile Süleyman Çelebi üzerinde, geçmişten günümüze cemiyetin farklı kesimleri arasında muhabbetli bir mutâbakat mevcuttur. Yûnus’un şiirleri ve Süleyman Çelebi’nin eseri, yüzyıllara uzanan tekrâra rağmen usanç ve bıkkınlık getirmek bir tarafa, okuyana dinleyene her dem yeniden şevk bahşetmeye devam etmekte; dilden dile, gönülden gönüle, nesilden nesile bir meş’ale gibi devretmektedir.

Başta da söylediğimiz gibi her iki şâiri, sâdece edebî gelenek sahasına mahkûm etmek münâsip düşmez. Burada geleneği, edebiyâtı da kapsayan daha geniş tanımıyla alarak Yûnus’un ve Süleyman Çelebi’nin geleneğimizin şâirleri olduğunu söyleyebiliriz. Böyle baktığımızda onların şiirleri, söz olmaktan çıkar, kelâm seviyesine yükselir. Söz ile kelâmın farkını bir söyleşisinde Yalçın Koç; “Söz, zihinde oluşur ve gelişir, muhâtabı zihindir; kelâmın mahalli ise gönüldür, gönülden gelir gönle iner.” cümlesiyle vurgulamaktadır. Buna göre gönle inen kelâm maya gibidir, dâhil olduğu yeri mayalar, dönüştürür. Dönüşen şey bir tek şey hâline gelir ve orada farklılık, çeşitlilik kalmaz. İşte Anadolu’nun İslâmlaşmasında derinden işleyen temel unsur da Horasan kaynaklı tasavvuf anlayışı, yâni Horasan mayasıdır. Yûnus Emre, Horasan erenlerindendir. Süleyman Çelebi de Buhârâlı Şemseddin Muhammed, yani Emir Sultan tarîkıyla Horasan’a bağlanır. Bu maya sâyesinde olacak onların şiirleri tesir bakımından bir edebî üründen fazlasıdır; kelâmları îmâr ve ihyâ eden bir özellik taşır.

Yûnus şiirlerini seven, Süleyman Çelebi’ye de kayıtsız kalamaz. Meselâ Mehmet Âkif’in, geneli itibarıyla eski şiire mesâfeli durduğu hâlde, “Severim ben seni candan içeri”, “Bu akl ü fikr ile Mevlâ bulunmaz” ve “Ben yürürüm yâne yâne” gibi bazı Yûnus ilâhilerini özellikle sevdiğini biliyoruz. Aynı şekilde, Safahat’ta yer alan “Said Paşa İmâmı” adlı şiirin de bir Mevlid güzellemesi olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Âkif’ten başka, zor beğenirliği müsellem olan Yahyâ Kemâl’in de meselâ Yûnus’un, “Biz dünyadan gider olduk kalanlara selâm olsun” mısrâıyla başlayan Yûnus ilâhîsini dinlediğinde ağladığı, “Bu ne güzel şiir, bu ne güzel Türkçe! Ben bu Türkçe’yi kırk yıldır arıyorum…” cümleleriyle takdir hislerini dile getirdiği mâlumdur. “Kalple Dil” başlıklı bir yazısında Fuzulî, Bâki, Nef’î ve Nedîm yanında Yûnus ve Süleyman Çelebi’yi de zikreden şâir bu isimleri, “Türk Milleti’nin şerefli zamanlarında dilini emânet ettiği şâirler” ifadesiyle anmaktadır.

Yûnus Emre ile Süleyman Çelebi arasında, vefat tarihleri esas alındığında tam bir asır vardır; 1321, 1422. İlk bakışta çok uzun olmayan bu zaman dilimi, o devrin siyâsî tarihi nokta-i nazarından bakıldığında hayli hareketli bir dönemdir. Şâhidi oldukları devirleri ana hatlarıyla hatırlayacak olursak Yûnus, Anadolu Selçuklu devletinin sonu ile beylikler döneminin siyâseten fırtınalı devresinde yaşamıştır. Yani Yûnus, Osmanlı öncesi şartların şâiridir. Bu devir Anadolusu; isyanlar, istilâlar, yurt edinme endişesi gibi çeşitli iç ve dış karışıklıkların yaşandığı bir zamanı idrak etmiştir. Haçlı seferleri, Moğol akınları, Babâî isyânı, saltanat kavgaları bu huzursuzlukların başlıca sebepleri arasında sıralanabilir. Biraz da bu olumsuz şartlar sebebiyle Yûnus ilâhilerindeki tevhid vurgusu, birlik dirlik çağrısı olarak okunmuştur.

Süleyman Çelebi ise Osmanlı devleti kurulduktan sonra dünyaya gelen ve bu atmosferde yetişen bir şâirdir. Şâirin Mevlid adıyla mâruf olan Vesîletü’n-necât adlı mesnevîsi bu yeni vasatın ilk eserlerindendir. Bu yüzyıl içinde, yani Süleyman Çelebi zamanında Anadolu; Kahire, Şam ve İran gibi belli başlı merkezlerden biri konumuna gelir. Yine bu devirde medreseler ve tekkeler, yani başlıca müesseseler de teşekkül etmiştir. Anadolu içerisinde ise Bursa, tasavvufu merkeze alan bir anlayışla gelişen şehirlerdendir. Süleyman Çelebi’nin hayatı Bursa’da geçmiştir, Emir Sultân’ın işâreti veya teşvikiyle Bursa Ulu Câmi’in imam-hatîbi olur. Ancak eserinin yazılış tarihi dikkate alındığında yine garip bir tecellî dikkati çeker. Mevlid, Timur mağlûbiyetinden hemen sonra, yani Osmanlı’nın fetret döneminde kaleme alınmıştır. Bu sebeple Mevlid’in, Osmanlı’nın zarar-dîde itibarı karşısında gönüllere hakikat-ı Muhammediyye neşvesini nakşetmek ve Hz. Peygamber’in şahs-ı mânevîsi etrafında tevhîdi yeniden tesis etmek amacına hizmet ettiği söylenir. Mevlid’in hem metin hem merâsim olarak günümüzde bile bu toplayıcı/toparlayıcı tesirinin devam ettiği düşünülecek olursa, bu yaklaşıma hak vermemek mümkün değildir.

Yûnus’un da Süleyman Çelebi’nin de şöhreti ve tesiri Anadolu’yla sınırlı kalmamıştır. Rumeli ve Kafkaslar başta olmak üzere umum Osmanlı coğrafyasında tanınmış ve benimsenmişlerdir. Rumeli’de tekke kütüphânelerindeki mecmûalarda çok sayıda Yûnus şiiri vardır. Yûnus’a ilgi meselesi bugün de farklı değildir. Meselâ Prizren (Kosova), Ohri, Usturumca (Makedonya) ve Saraybosna’da (Bosna Hersek) faaliyetleri devam eden, Rifâî, Kadirî, Halvetî ve Bektâşî tekkelerindeki âyin-i şerîflerde, geçmişte olduğu gibi bugün de Yûnus ilâhîleri, nutukları okunmaya devam etmektedir.

Benzer şekilde Mevlid’in de yine başta Rumeli olmak üzere geniş Osmanlı coğrafyasında müstesnâ bir mevkii vardır. Vesîletü’n-necât ve bu eserin okunduğu cemiyetleri konu ettiği bir makalesinde Tayyip Okiç, annesinin Türkçe bilmediği halde Süleyman Çelebi’nin Mevlid’ini baştan sona ezberden okuduğunu anlatır. Mevlid Arapça, Kürtçe, Çerkesçe, Tatarca ve Rumca’dan başka, özellikle Boşnakça ve Arnavutça’ya defalarca çevrilerek basılmıştır.

Yûnus Emre ve Süleyman Çelebi’nin eserleri/tesirleri yönünden benzerliklerini sıralamaya kalkışsak, Çelebi’nin “Söz uzanur ger kalanın der isem” mısrâında yaptığı gibi özür beyân etmek gerekecektir. Hülâsa edecek olursak, her iki şahsiyetin de kelimenin her anlamıyla “tevhîd/birlemek” gayretiyle yaşadıkları ve hattâ mâhiyetini bilemediğimiz bir sûrette yaşamaya devâm ettikleri âşikârdır.

Daha Azla Yaşa

“FAZLASI ZARAR”

TRT 1’de gündüz kuşağında yeni başlayan bir yarışma formatı var. Hedef kitle hanımlar. Alışveriş alışkanlıklarını değiştirmek, azla yetinmek, ihtiyaç dışındakileri vermek ve gereksiz alışverişin israf olduğunu anlatmak üzere kurgulu bir program. Adı da “Fazlası Zarar.” Bu reklam bombardımanı ve AVM çılgınlığı varken ne kadar başarılı olunur bilemem ama en azından doğru bir anlayışı benimsetmeye çalışmak açısından hayırlı bir iş için yola çıkılmış. Ama bununla birlikte bütün medyanın bu anlayış üzerine formatlanması lazım ki bu da kapitalist düzen içinde imkânsız bir şey. Her şeye rağmen biz bireyler bilinçleneceğiz ve insanlar bir nebze de olsa uyanırlarsa TV’ler için bu bir başlangıç olabilir.

Dünya otomobilsiz yaşam günü

Dünya otomobilsiz yaşam günü, 90’lı yılların ortasından beri kutlanan bir etkinlik. Özellikle 73 petrol krizinden sonra ortaya çıkmış bir gün. Avrupa Birliği, Avrupa Hareket Haftası ile bu kampanyanın kapsamını genişleterek bir haftaya yaymış. Daha az otomobil ile de yaşanacağının başka alternatif araçlara yönelmek gerektiğini bu konuda bilinç oluşturmaya çalışan bir fikir. Mantığına katılmamak mümkün değil elbette. Bu nedenle Avrupa’da bisikletle işine giden gelenlerin sayısı dikkat çekerken Hindistan başta olmak üzere birçok Asya ülkesinde de motorsuz, tekerlekli çok değişik araçlar kullanılıyor. Ama tüm bu bilinçli çabaların yanındaki kültürel ve ekonomiden kaynaklanan araçlar petrol tüketimine olan ihtiyacı azaltmıyor. İleride daha çok insancıl araçlara yönelmek zorunda kalabiliriz.

ARTI - EKSİ

Artı

Maske takmayanlara ceza

Acaba bizde de bu tarz cezalar uygulanabilir mi? Toplum bilimciler ne düşünür? Ben bir iletişimci olarak şunu diyebilirim millet dalga geçer, eğlenir işi geyiğe döker. Bizde yaramaz. Ama Endonezya’da yarıyor ki yapmışlar. Salgından dolayı maske takmayanlara ibret olsun diye bir tabutun içinde saatlerce durma veya koronadan ölenlerin mezarını kazma cezası veriliyormuş. Endonezya için yapıcı bir ceza olsa dahi kültür ve davranış kalıplarına göre bakıldığında birçok ülkede uygulandığında faydası olup olmayacağı tartışılır bir uygulama.

Eksi

Gürültü

Malum okullar açıldı ve dersler çevrimiçi yapılıyor. Evde çoluk çocuk bir de akademisyen ebeveynler varken durumu kafanızda canlandırabilirsiniz. Aynı evde Üniversite sınavına hazırlanan öğrenciniz çevrimiçi ders dinlerken bir anda hırıltılı bir kamyonet sesi arkasından megafondan patates, soğan diye bağıran bir ses ile tüylerim diken diken oluyor. Havalar sıcak olduğu için kapı, pencere de açık. Bir anda tüm konsantrasyon, motivasyon derse odaklanma bitti gitti. Geleceği online(!) eğitim mi kurtaracak? Gerçekten buna inanan var mı?

HAVA DURUMU VE SEBZELER

Bir önerim olacak. Hava durumları hemen her haber bültenlerin arkasından geliyor ve çok insanın dikkat ettiği bir program. Bir yandan gördüğüm bir şey var ki günümüz gençleri mevsiminde çıkan sebzelerin neler olduğunu bilmiyor. Turfanda sebze ve meyve ne anlama geliyor haberleri yok. Çünkü artık günümüzde her sebze, meyve nerdeyse her zaman mevcut. Ama bunun sağlıklı bir durum olmadığını biliyoruz. Mevsiminde yenmesi gereken sebze ve meyvelerin neler olduğu bilinirse daha sağlıklı olacağından hava durumu programlarında bunlar hakkında bilgi verilse ne güzel olur. Hatta balık mevsimi ile ilgili bilgiler de paylaşılabilir. Şimdi İstanbul’da palamut zamanı gibi ve arkasından kısa bir detayı da ekleyerek programlar işlense. Nasıl olur?