Oxford Sözlüğü'nün 2016 yılında yılın sözcüğü seçtiği "hakikat sonrası" (post-truth) ifadesini ilk kez 1992 yılında Steve Tesich, ardından da 2004 yılında Amerikalı yazar Ralph Keyes kullanıyor.
Oxford Sözlüğü’nün 2016 yılında yılın sözcüğü seçtiği “hakikat sonrası” (post-truth) ifadesini ilk kez 1992 yılında Steve Tesich, ardından da 2004 yılında Amerikalı yazar Ralph Keyes kullanıyor. Aslında “Hakikat Sonrası” Ralph Keyes’in kitabının adı. Toplumlarda her geçen gün daha da yaygınlaşan yalana ve aldatmaya, dürüstlüğün göz ardı edilişine dikkat çeken yazar kitabında, yalan ve aldatmanın nasıl gündelik toplumsal refleksler haline geldiğini, bir insanın yalan söylediğini bilmemize rağmen neden onu onayladığımızı ve kamuoyunu gerçeklerden çok kanaat ve duyguların belirlemeye başladığı konularını tartışıyor. Yükselmekte olan çağı “Hakikat Sonrası Çağ” olarak tanımlarken dürüstlüğü nasıl yeniden kazanabileceğimize ilişkin bir yol haritasını bize sunma iddiasında olan Keyes kitabında, hakikat sonrasını şöyle tanımlıyor: “Zeki insanlar olarak, suçluluk duymadan paçayı kurtarabilmek için gerçeği örtbas etmeye gerekçeler buluyoruz. Ben buna hakikat sonrası diyorum.” O halde yazarın gözünde hakikat sonrası “gerçeğin örtbas edilmesi çabası” anlamına geliyor. Aslında yalan ve gerçeğin örtbas edilmesi yeni bir olgu değil. Neredeyse insanlık tarihi kadar eski diyebiliriz. Örneğin Antik Yunan dünyasında Gerek Platon gerekse Aristoteles’e göre siyasetin temel araçlarından biri olan retorik, Sofistlerle birlikte demagoji ya da söz söyleme sanatıyla karşısındakini etkileme, inandırma, hatta yanıltma yöntemlerinin öğrenilmesi gibi bireysel çıkarların korunmasına yönelen bir etkinliğin adı haline gelmişti. Çağın Atina’sının “demokrat” ortamında, siyasi seçkinlere katılmanın ön koşullarından biri yönetici adayının etkili konuşma yeteneğiydi ki parlak bir siyasi kariyerin yolu mahkemelerde, meclislerde çoğunluğu etkilemekten geçiyordu; çünkü çoğunluk mahkemelerde ya da meclislerde seçim yapacak ve hesap verilecek bir merci olarak konumlandırılmıştı. Böylelikle çoğunluğun görüşü hakikatin ya da doğruluğun ölçütü olmuştu denilebilir. Dolayısıyla, Atina’nın “demokrat” ortamında kitleleri etkilemek isteyen bir siyaset insanının hakikati dile getirme gibi bir kaygısı da olmuyordu haliyle. Nasılsa önemli olan hakikat ya da doğruluk değil kitleleri etkilemekti. Kitleleri etkilemek isteyen bir siyaset insanı ise akıldan çok duygulara hitap etmeyi tercih ediyordu. Duyguları harekete geçirmek, kitleleri etkilemek adına yeri geldiğinde çarpıtma ve yalana başvurma deyim yerindeyse norm olurken hakikati aramak gereksiz bir uğraş olarak görülmüştü. Sofistlerle birlikte gelen, hakikati aramanın gereksizliğinin temelinde her şeyin insana göre değiştiği, bilginin algıdan başka bir şey olmadığı düşüncesi de vardı. Zaten kimi Sofistin gözünde her şeyin ölçüsü insandı. İnsanın her şeyin tek ölçüsü olduğu iddiası ise sadece doğruluğun, hakikatin insana göre değiştiği anlamına gelmemekte; aynı zamanda insanın doğruluğu ve gerçekliği diliyle kendi kendine kurduğunu da örtük olarak içermekteydi. Diğer bir ifadeyle, gerçeğin ölçüsünü söylem belirlemekteydi. Eğer söylemi gerçeğin üstünü örtmek üzere kullanmaya devam edersek, yani tek tek söylemleri gerçeğin temsilleri olarak ele alırsak, ortak bir hakikat üzerinde uzlaşmamız ve onu geleceğimizin bir parçası haline getirmemiz imkânsız hale gelecektir. Oysa, hakikat kendini ne önce ne de sonra açar. Hakikat, şimdi, burada, gözlerimizin önündedir. Bize düşense onun yoluna girmektir.