Geçtiğimiz hafta 5 Aralık "Dünya Kadın Hakları Günü"nde şunu düşünmeden edemedim: Neden erkek hakları günü yok da (Gerçi 19 Kasım Dünya Erkekler Günü ama haklara bir gönderme yapılmıyor) kadın hakları günü var?
Geçtiğimiz hafta 5 Aralık “Dünya Kadın Hakları Günü”nde şunu düşünmeden edemedim: Neden erkek hakları günü yok da (Gerçi 19 Kasım Dünya Erkekler Günü ama haklara bir gönderme yapılmıyor) kadın hakları günü var? Nedenini hepimiz biliyoruz. Cinsiyet eşitsizliği, ayrımcılık, şiddet ve haksızlığa uğrama söz konusu olduğunda erkeklerin mağduriyet yaşadıkları söylenemez. Oysa kadınların tarihi aynı zamanda “cinsiyet eşitsizliğinin, ayrımcılığın, şiddetin, haksızlıkların tarihidir” desek hiç de abartmış olmayız. Her ne kadar 18. yüzyıldan günümüze kadınlar, haklarına ilişkin önemli kazanımlar elde etmiş olsalar da, bu konuda deyim yerindeyse gidilecek bir hayli yol hâlâ var. Öte yandan, kadın hakları söz konusu olduğunda Doğu, Batı, Kuzey, Güney, gelişmiş, gelişmekte olan, zengin, yoksul vb. ayrımlar da yapamayız. Akademide evrensellik-görelilik tartışmalarının yapıldığı günümüzde kadınlara yönelik şiddet, ayrımcılık gibi başlıklara ilişkin “evrensellik” ten yana saf tuttuğumu belirtmek isterim. Bunun nedeni kadınlara yönelik haksızlıkların evrensel olduğunu düşünmem. Hatta o kadar ki kadınlara yönelik şiddet ve ayrımcılığı besleyen erkek egemen, eril dilin yerleşmesinde düşünce tarihine damgasını vurmuş kimi filozofların da dikkate değer rolleri olduğunu söyleyebilirim. Örneğin, modern siyasal düşünce geleneğinin gelişiminin deyim yerindeyse öncülüğünü yapan Locke ve Hobbes gibi filozofların ortaya koydukları toplum sözleşmesi kuramları, yüzyıllardan beri süregelen ataerkil yapıyı tahkim edecek niteliktedir; çünkü her iki filozofun da kuramlarında kastettiği bireyler erkek bireylerdir. Yani söz konusu filozofların rızaya dayanan bir topluluk olarak tanımladıkları siyasal toplumlarında yapılan sözleşme aslında erkeklerin kendi arasındadır. Diğer bir ifadeyle, söz konusu toplum sözleşmelerinde kadınlar adeta yok sayılmaktadırlar. Yalnız gerek Hobbes’un gerekse de Locke’un tam da bu nedenle çelişkiye düştüğünü söyleyebilirim; çünkü her iki filozof da siyasal toplum öncesi “doğa durumu” olarak tanımladıkları yaşam formunda insanların eşit olduğunu ileri sürer. Hobbes ve Locke’un çağından günümüze daha yakın bir çağa, Aydınlanma dönemine geldiğimizde eril dile çok önemli katkılar yapan filozofun Jean-Jacques Rousseau olduğunu söyleyebilirim. Rousseau, kitabı Emile’de, erkeklerin ve kadınların doğalarına uygun eğitilmeleri gerektiğine işaret eder! Erkekle kadının karakter ve mizaç açısından aynı yapıda olmadığını ileri süren Rousseau’ya göre kadınlar erkeklere tabii olmalıdır! Yine Rousseau’nun gözünde ailenin canlı ve coşkulu olması halinde ev işleri kadının en sevdiği uğraşı, evi de kocanın hoş bir eğlencesi durumuna gelir! Yalnız, kadınlara ilişkin düşüncesini özel alanla sınırlamayan, mesleklere ilişkin düşüncelerinde de cinsiyetçi bir yaklaşım sergileyen Rousseau’ya göre insanın seçeceği meslek de yaradılışına uygun olmalıdır. Örneğin, Rousseau’nun gözünde terzilik kadınlara uygun bir meslektir. Cinsiyetçi yaklaşımı mesleklerle sınırlamayan Rousseau, kadınların edebiyattan da anlamayacağını savunurken kitapları konusunda kadınlara danışan yazarların her zaman kendilerine yanlış yol gösterildiğinden emin olmaları gerektiğine işaret eder! Oysa her üç filozof da “doğam durumu”nda insanların eşit olduğunu savunmaktadır! Özetle erkek egemen bir dünyanın inşasında kimi filozofların da önemli rolleri olduğu, bir yandan insanların eşit olduğunu savunurken diğer yandan “erkelerin daha eşit” olduğu bir dünya kurguladıkları apaçık ortadadır.