Son zamanda sosyal medyada hararetli bir tartışma var. Tartışmanın mihverinde Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tefsir profesörlerinden Mustafa Öztürk bulunmakta.
Mustafa Öztürk Kur’an’ın anlamı ve yorumlanması üzerine (ki zaten onun asli vazifesi de budur; DMD) farklı görüşleri olan bir hocamız. Kendisini “tarihselci” olarak tanımlamaktadır. Tartışma konusu olan görüşleri ise iki noktada ortaya çıkmaktadır:
1. Kur’an-ı Kerim’in gerçek anlamını ve ayetlerin tafsilatlı yorumunu yapabilmek için her ayetin iniş sebebi ve zamanını, ayet indiğinde bunun sahabeler için ne anlam ifade ettiğini bilmemiz gerektiği vurgulanmaktadır. Dolayısıyla, “Kur’an-ı Kerim’de bazı ayetlerin 14 asır önceki bedevi Arap toplumunun değer yargılarını yansıttığı, o atmosfer içinde yetişmiş insanlara hitap eden bir içerik ve anlama sahip olduğu” görüşü savunulmaktadır.
2. Kur’an-ı Kerim’in vahyedilmesi ile alakalı olarak, “ayetlerin anlamının Peygamber Efendimiz’in kalbine indirildiği, ama o ayetlerin 14 asır önceki Kureyş Arapçası ile ifade edenin bizzat Peygamber Efendimiz’in kendisi olduğu” görüşü ileri sürülmektedir.
Benim kanaatimi hemen söyleyeyim: Birinci görüşe, yani “Kur’an-ı Kerim’in bazı ayetlerinin sadece o dönemdeki bedevi Araplara hitap ettiği, bizim için bu ayetlerin nihai amacının çıkarılarak bugünkü şartlar içerisinde yeniden yorumlanması veya hiç kaale alınmaması görüşüne” karşıyım. Çünkü bu Allah’ı ve onun kelamını zamanla sınırlamak olur. Kur’an “bütün zamanlar için ve bütün insanlara” gönderilmiştir. Bundan 10 bin yıl sonra da geçerli olacaktır. Ancak Kur’an Tefsirinde ayetlerin iniş sebebi, yeri ve zamanı, Peygamber Efendimiz’in bu ayetleri nasıl yorumladığı bilgisi de vazgeçilemez araç ve yöntemlerdendir. Belki bugün için bir gereksinim ifade etmeyen Kur’an hükümleri gelecekte anlamlı olacaktır. Allah-ül alem.
İkinci görüşe, yani “Kur’an-ı Kerim’in anlamının vahyedildiği ve onu Arapça ifade edenin Peygamberimiz olduğu görüşüne” şahsen katılmasam da, Hoca’nın dayandığı kaynaklar İmam-ı Azam’a, onun öğrencisi İmam-ı Muhammed’e ve İmam-ı Maturidi’ye dayanmaktadır. İslam tarihinde bu ve benzeri görüşleri savunanlar çıkmıştır. Bundan sonra da çıkacaktır. (Bu arada cumartesi günkü Karar gazetesinde yayınlanan köşe yazısında Sayın Öztürk, bu konuda kaynak olarak sadece Hanefi İmamları’nı değil aynı zamanda Farabi ve İbn-i Sina gibi Türk-İslam filozoflarını ve Muhyiddin-i İbn-i Arabi gibi büyük bir mutasavvıfı da göstermiştir. Hadi bakalım bunlara da “kâfir” deyin, DMD)
Mustafa Öztürk irticalen konuşurken bazı ifadeleri, benim naçiz görüşüme göre, Kur’an-ı Kerim’i hafife aldığı intibaı yaratmaktadır. Kendisine buradan bu konuda, biraz daha dikkatli olmasını tavsiye ederim.
Bütün bu eleştirilerime rağmen ben haddimi bilirim. Kur’an-ı Kerim’in tefsiri üzerine hayatını vermiş, - en azından benim sorgulayamayacağım - akademik yetkinliğe sahip Prof. Dr. Öztürk’ün görüşlerine katılmadığım noktaları medeni bir şekilde ifade ediyorum. Ancak bu bana, onu kâfir, zındık, “katl-i vacip” ilan etme hakkını vermez, benim haddim de değildir. Sırf benim değil, kimsenin de haddi değildir!
Sayın Öztürk’ü eleştirenler, Kur’an-ı Kerim’in evrensel olduğunu savunmaktalar. Yani her ayetin bütün zamanlar için geçerli olduğunu iddia etmekteler. Ancak ayetlerin iniş sebebi ve diğer ayetlerle bağlantılı olarak yorumlanması gereği bir tarafa bırakılarak, her ayet tek başına ne hüküm verirse versin bunu olduğu gibi anlamak bizi yanlışa da sevk edebilir. Nitekim IŞİD, El Kaide, Taliban, MBS’nin yönetimindeki Suud Vehhabiliği bunları savunmaktadır. Dahası, her okuyanın Kur’an’dan hüküm çıkarabileceği gibi “toplumsal açıdan zararlı ve anlamsız” bir sonuca da bizi sevk eder ki, bu da “ne kadar Müslüman varsa o kadar İslam yorumuna” yol açar. Yani Öztürk’ü eleştirirken sapla samanı ayırmak gerekir. İkinci görüşünü eleştirenler de, doğrudan Öztürk’ün imanını kaybettiğini, Kur’an-ı Kerim’i reddettiğini, dinden çıktığını, böyle bir adamın Tefsir dersi veremeyeceğini savunmaktadırlar. Bu çok sert ve kaba bir ifadedir. Öztürk görüşlerini Hanefiliğin kurucusu Ebu Hanife’ye dayandırırken, kendilerinin Hanefi olduğunu iddia edenler tarafından Ehl-i Sünnet anlayışı dışına çıkmakla suçlanmaktadır. Esas bunu söyleyenlerin Hanefi – Maturidi ekolü ve Ehl-i Sünnet çizgisiyle değil ama Selefi Vehhabi çizgisiyle ünsiyeti olduğu açıktır. Dahası sadece Allah’ın bilebileceği “insanın ne derece imanlı” olduğu konusunda bu adamlar birer bilirkişi kesilmiştir. Öztürk’ü zındıklıktan mürtedliğe kadar giden ithamlarla yaftalamışlardır. Bu Allah’ın hududunu çiğnemektir. Kimsenin kendini Allah yerine koyup “bu kafir, o zındık” demeye hakkı yoktur. İşin bir de dünyevi boyutu vardır ki, laik ve demokratik bir devlette kimsenin inançlarını söylemesi yasaklanamaz. Kimse kendini devletin mahkemesi yerine koyamaz. Bu anayasa ihlali olur ve cezai müeyyide gerektirir.
“Hoca, sana ne bunlardan; sen iktisatçısın! İşi Takkeli ve Sakallı Hoca’lara bırak! Sana ne bunlardan?” diyeniniz çıkmaktadır mutlaka. Ama ben lafı başka bir yere getireceğim. Bunların arkasında toplumsal çözülme, milli kültürden uzaklaşma ve Yeniçeri zihniyetinin hortlaması vardır. Bunların da muhakkak iktisadi bir altyapısı bulunmaktadır. Ancak yerimiz de dar. “Koskoca İktisat profesörü iktisatlı davranmayı bilemiyor!”, demesinler sonra. Bu konuyu Cuma’ya bırakalım, da... Birkaç ipucu vereyim hiç olmazsa…
Türkiye’de, her alanda olduğu gibi, dinin algılanış ve anlamlandırılışında da büyük bir lümpen kitlesi ağır basmaktadır. Lümpen “işi gücü olmayan, üretim sistemi dışında kalmış, eğitimi yetersiz, kendini kendi emeği ve çalışmasıyla var etmekten aciz, bu yüzden de hemşehri örgütleri dernek, vakıf ve cemaatler vasıtasıyla ayakta kalmaya ve hayata tutunmaya çalışan niteliksiz” insan demektir. Resmen işgücünde görünürler ama fiilen iş gücü dışındadırlar. Türkiye’de son 40 yılda, çarpık ve plansız sanayileşme ve şehirlileşmenin neticesinde büyük şehirler lümpen güruhuna teslim olmuştur. Büyük şehir varoşları merkezli bu güruh ağırlıklı olarak kendi aidiyetlerini cemaat üyeliğiyle tanımlamaktadırlar. Talep olursa arz da olmaktadır. Lümpenlerin bu sosyo-ekonomik ve kültürel talebini “yeni nesil tarikatlar” olan cemaatler karşılamaktadır. İslami hükümleri bazen en bağnaz yorumlara tâbi tutup kendilerinden başka otorite tanımayan bu yapılar, yönlendirdikleri kitle ile hem servet hem toplumsal itibar hem de siyasi güç birikimi yapmaktadırlar. Bunlar için en büyük tehlike kendi müşteri kitlelerini etki altına alabilecek alternatif din yorumlarıdır. İşte bugün Mustafa Hoca’ya saldıranların temel derdi bu noktada ortaya çıkmaktadır. Diyelim ve ayrıntıyı Cuma’ya bırakalım.