Biz, hem yaşlı bir Afrikalının söylediği, "Burası insanın ülkesi değil Tanrı'nın ülkesidir." ifadesindeki inancı ve "buranın kralı insan değil doğadır; hayvanlar, bitkiler, mikroplardır…" dediği dinginliği ilkel bulan; hem kahve fincanından okunacak geleceğe entelektüel isimler takarak sürdürdüğümüz ilkelliğin farkında olmayan "tarihin ortanca çocukları"yız.
“Düzenli bir şekilde gerçekleşeni görmek kolaydı, çünkü ona karşı hazırlıklarımız tamdır. Bilgi ve hüner ancak olayların kavranamaz biçimde, denetimsizce bozulduğu durumlarda gerekir”
“Keşfedilmemiş Benlik” Jung’un 1956’da yazdığı makalesinden derlenip ortaya çıkartılan kitabıdır. Ve bize arketiplerin ve özellikle kolektif bilinçaltının -denetlenemez bir gücün devrede olduğu varsayımının- zihne ilmek ilmek döşenip işlendiği temelleri sunuyor.
İlk bölüm en eski olan, ama hiç de eskimeyen; orijinal olan anlamındaki “arkeik insanı” anlatır. İkinci bölümde, “keşfedilmemiş benlik” altında; modern toplumdaki bireyin trajik durumunu, kitleyi dengeleyen dini, Batı Dünyası’nın din tutumunu, bireyin kendini anlamasını, bireyin hayata felsefi ve psikolojik yaklaşımını ve kendini tanımasını, korkuları veya ilkelliği ile yüzleştirerek ortaya çıkartır.
*****
Arkeik insan, olağan olanın dışındaki her şeyin onu rahatsız ettiği, korkuttuğu ve bunu bizim doğaüstü dediğimiz şeyler ile ilişkilendirmeyi prensip haline getirmiş deneyim dünyası olan, “mantık öncesi” dönemin düşünce şeklidir!
Her şeyin doğal ve açıklanabilir bir rasyonel karşılığı olduğunu düşünen insan karşısında ilkel insan iyide ve kötüde bizden daha çocuksudur. “Bir Kızılderili reisine iyi ile kötü arasındaki farkı sorduğunda ‘ben düşmanımın karısını çalarsam bu iyi; düşmanım benim karımı çalarsa bu kötü’ der(…) Bir insanın gölgesine basmak büyük hakarettir, bazı bölgelerde ayı balığı kürkünü çakmak taşından yapılmış bıçak yerine demir bir bıçakla sıyırmak büyük günahtır.”
Karşılığında biraz dürüst olalım der Jung. “Biz de balığı çelik bıçakla yemenin, kapalı yerde şapka giymenin, bir bayanı ağzında puro ile selamlamanın ayıp olduğunu düşünmüyor muyuz?” Dini ve vicdani duygularla vahşi törenler düzenleyenlerle, haklı olduğunu düşünerek cinayet işleyenler arasındaki fark nedir ki derken modern insan ile arkaik insan karşılaştırmasında aslında sözde farkları anlatırken bile benzer yönleri fark etmenizi sağlar. “Hala ilkelsin” deme gayretindedir alt metinden.
Bizim “tamamen rastlantı” dediğimizi; ilkel insan “hesapçı bir niyet” diye ayırsa da; “Tanrı’ya bağlanmayan bir birey dünyanın fiziksel ve ahlaki kışkırtıcılığına kendi kaynakları ile direnemez.” noktasında haklı gibi görünmektedir. Hem zaten biz de hala aynı gün içinde 3 kez arka arkaya bardak kırsak, en iyi ihtimalle “uğursuzluk” ya da “nazar” diye kolektif bir güce sarılmıyor muyuz?
*****
Her satırında tanıdık gelme miktarı artan ikinci bölüm; devlet, lider, diktatör, din gibi kavramları ve bu kavramlara karşılık gelen yönetim biçimlerinin toplumdaki bireyi şekillendirmesini konu almıştır. Bireyden topluma değil, meslektaşlarının aksine, toplumdan bireye akışkan olan karaktere dikkat çeker. Tümdengelim yöntemiyle ilerler. Psikolojiyle ilgilenmeyen okur dahil, toplumsallıktan korunması gereken yerlerde kendini gerçekleştirebilmesi için gerekenleri merak eden herkese, anlaşılabilir, teknikten uzak, keyifli, örnek anlatımlarla ifade gücü arttırılmış bir eserdir.
Komünistlerin pek hoşlanmadığı Junk’un “eğer Stalin’in yaptığı gibi üç milyon köylüğü açlığa mahkum edip bir o kadar işçiyi de ücretlerini vermeden emrinize amade ederseniz istediğiniz her türlü sosyal reformu gerçekleştirebilirsiniz” cümlesinden anlaşıldığı gibi komünizm eleştirisi de daha ziyade uygulama biçimi ile ilgilidir.
Jung, bir sistem eleştirme derdinde değildir; asıl anlatmaya çalıştığı, ilkelden moderne, herhangi bir din veya yönetim ile “ideal olanı uygularsak insanlık kurtulur” diyebileceğimiz “hap” bilgiler olduğu inancının ütopya olduğudur! “Kölelik ve başkaldırı birbirinden ayrılmaz bir ikilidir. Dolayısıyla, iktidar çekişmesi ve aşırı güvensizlik tepeden tırnağa tüm organizmaya yayılır. Dahası, kitleler içinde bulundukları, biçimden yoksun, kaotik ortamı telafi etmek için daima bir lider üretirler ve tarihte birçok örneğini gördüğümüz gibi, bu lider mutlaka sonunda kendi şişirilmiş ego-algısının kurbanı olur.” cümlesi insanlık tarihinin kısa bir özeti gibi değil midir?
Hatta bu dünyada tüm dinler kalkıp tek din, tüm milletler farklar silinip tek millet kalsa bile; o tek dini tek millet olarak aynı şekilde uygulayamayacak bir “insan” gerçeği vardır!
Kim iddia edebilir ki “düşünmeksizin gelen inanç” ilkel insanda vardı da; kilisede günah çıkartan, keçiye yüklediği günahları uçurumdan atarak temizlenen, “cihat” diye bir başka insanı öldürerek cennette varacağına inanan 21.yy insanında yok!
*****
Bakmaya çekindiğimiz ayna şu;
Biz, hem yaşlı bir Afrikalının söylediği “Burası insanın ülkesi değil Tanrı’nın ülkesidir” ifadesindeki inancı ve “buranın kralı insan değil doğadır; hayvanlar, bitkiler, mikroplardır…” dediği dinginliği ilkel bulan; hem kahve fincanından okunacak geleceğe entelektüel isimler takarak sürdürdüğümüz ilkelliğin farkında olmayan “tarihin ortanca çocukları”yız.
Psikoloji alanında okumalarda ilerledikçe görüyorum ki; kendimizle ilgili cehaletimizi sevmemizdeki savunma mekanizmasının çalışma şekli de öğrendiklerimizden mutlu olamayacağımız farkındalıklar edinme korkusundan kaynaklı!
“Bize kötülükten sakınmamız, mümkünse, ona dokunmamız, adını almamamız söylenmiştir. Zira kötülük aynı zamanda tabu olan ve korkulan bir uğursuzluk kehanetidir. Kötülüğe karşı bu tavır ve onun çevresinden, uzağından dolaşmak, kötülüğe gözlerimizi yummak, onu başka bölgelere sürme eğilimimizi güçlendirir, tıpkı Eksi Ahit'teki kötülüğü ıssız bölgelere götürdüğü farz edilen “günah keçisi” gibi.”
İşte bu günah keçileri, “keçi” yerine gelebilecek yüzlerce farklı isimle hepimizin hayatındalar.
Ve biz, okyanusta boğulmanın keyfini unutup; plastik filikalarda, susuzluktan ölüyoruz!