O zaman bu kadar birbirine yakın düşünceleri savunan partiler arasındaki temel fark neye dayanıyordu?

Öncelikle 27’inci ölüm yıldönümünde Türkiye’nin sekizinci Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ı rahmetle anarım. Allah rahmet eylesin.

Koronavirüs salgını öncesinde Türkiye’de siyaset bir hâkim parti (AK Parti) ve müttefikleri (MHP, BBP ve VP) ile birbiriyle çelişen bakış açılarına sahip bir muhalefet bloku (CHP, İyi Parti, SP ve HDP) eksenine oturmuştu. Bir de son anda açılan DAP (Doğu Anadolu Projesi değil, Mr Babacan’ın Demokrasi ve Atılım Partisi, DMD) ve GP vardı. AK Parti iktidar partisi, MHP de onun ana ortağı idi. BBP ve VP ise “bebek müttefikler” olarak adlandırılabilirdi. CHP ana muhalefet partisiydi; İyi Parti, SP ve HDP de “yavru muhalefet” partileri… DAP ve GP, AK Parti küskünleri, eski çözümcü siyasetçiler ve dış ülkelerden alınan sempatiyle kurulmuştu. Bunlara “bebek muhalefet” diyebilirdik.

İktidar ve muhalefet blokunun ideolojik olarak, yani özellikle iktisat politikaları açısından birbirinden hiçbir farkı bulunmamaktaydı. Hepsi özelleştirmeci, hepsi AB’ci, hepsi NATO’cu çizgideydi. Birbirinden farklı görüldükleri noktalar küçük ayrımlardı. O zaman bu kadar birbirine yakın düşünceleri savunan partiler arasındaki temel fark neye dayanıyordu? Çünkü görülmekteydi ki, her iki grubun taraftarları arasında ciddi bir gerilim bulunmaktaydı. Bu sorunun cevabı yaşam tarzları ile dini ve etnik aidiyetlerdir. İktidar blokunun dayandığı seçmen kitlesi genel olarak Anadolu’nun ücra kasabaları ve küçük şehirleri ile buralardan Büyük Şehirlere (özellikle de İstanbul’a) göç etmiş insanlardan oluşuyordu. Bu güruh taşradaki “küçük kasaba tutuculuğunu” dindarlık, kayırmacılık ve üçkâğıt yolu ile devlet üzerinden zenginleşmeyi ticaret, Mehter Marşı dinleyip TV’deki popüler tarihi filmleri seyretmeyi de milliyetçilik sanıyorlardı. Öte yandan muhalefet bloku da bundan farklı değildi: Tanzimat’tan bu yana “Batılı gibi üretmeden Batılı gibi tüketmek” isteyen, memleketteki her türlü olumsuzluğu Türklük ve İslam’la özdeşleştiren, görece daha yüksek gelir ve eğitim grubunda olan bir grup ana muhalefetin seçmen kitlesinin temelini oluşturmaktaydı. Etnik ve dini ayırma gelince… İsim vermeden zikredeyim: İktidar grubunun seçmenleri ağırlıklı olarak memleketteki çoğunluk olduğu düşünülen mezhebe mensupken, özellikle ana muhalefet azınlıkta olduğu düşünülen mezhep mensuplarının çoğunlukla oy verdiği parti olmuştu. İktidar bloku ve muhalefet blokundaki partilerin biri hariç hepsi farklı tonlarda “ılımlı ve kapsayıcı bir Türk milliyetçiliğini” savunurken, bir muhalefet partisi kendini “sol görüşte” tanımlamasına rağmen “ayrılıkçı ve ayrımcı bir mikro milliyetçilik” gayretindeydi. Bebek muhalefet partilerini ise hiçbir kalıba sığdıramam. İktidar koltuğunu belli bir süre tatmış ve oradan yaka paça indirilmiş bu zevat ve takipçilerinin tek emeli vardı: Bir şekilde tekrar o koltuğa oturmak. Yoksa bu arkadaşların iktidar partisinden hangi ideolojik, sosyolojik ve kültürel farklara sahip olduklarını kendileri bile bilmemektedirler.

Koronavirüs salgını bundan sonra ekonomideki örgütlenme yapısını ve bizatihi üretim fonksiyonunun değişmesini tetikleyecek bir işleve sahiptir. Yani, bundan önce zamana yayılması beklenen robotlaşmış üretime hızlı bir geçiş gerçekleşecektir. Bu ise milyonlarca insanın işsiz kalmasına yol açacaktır. Bu değişimlerin siyasete etki etmeyeceğini söylemek mümkün değildir. Bu söylediklerim genel olarak bütün dünyada geçerlidir. Ve Türkiye de, elbette ki bu değişimden nasibini alacaktır. Pekiyi, yukarıda bahsettiğim bu yapı nasıl dönüşür? “Bebek muhalefet ‘demokrasi ufkunda bir güneş gibi’ doğabilir mi?” “Ana muhalefet 70 senelik tek başına iktidar hasretini sonlandırıp vuslata erebilir mi?” “Bölgecilik, ırkçılık ve ayrılıkçılık yapan “liberal sol entelektüellerin” partisi aklını başına devşirir mi?” “Türk milliyetçileri ve muhafazakârları Türkçeyi aksansız konuşmayı ve Din’le Tarikat’ı ayırt etmeyi öğrenebilirler mi?” Bu sorulara cevap vermeye çalışacağım.

YENİ GELEN GENÇLİK BAŞKA SORULAR SORUYOR

İşim gereği 18-26 yaş arası gençlikle içli dışlıyım. Tabii biz de o yaşlarda olduk, bizim de hedeflerimiz ve hayallerimiz vardı. Ben onların hedef ve hayallerini bildiğim gibi bizim kuşağınkileri (1970’lerde doğan 40-50 yaş arası kuşak, DMD) de biliyorum. Bizim kuşağımız üniversite öğrencileri için işsiz kalma gibi bir sorun yoktu, sorun “kimin en iyi ve en yüksek gelirli işe” gireceğiydi. Bugünkü gençlik -yüksek lisans ve doktora öğrencileri de dâhil – işsiz kalma endişesiyle mustariptir. Bizim kuşağımızda okumayan çocukların bile esnaf yanında çalışma, tarımla uğraşma veya küçük çaplı ticaret yapma gibi olanakları mevcuttu, çünkü Türkiye’de milli gelirin yarısından fazlası tarım ve sanayide üretiliyordu. Bugün böyle bir durum yoktur. Üretim hizmet sektörü ağırlıklıdır, burası da yabancı sermaye ortaklı büyük firmaların egemenliğindedir. Bankacıların bile iş güvencesi yoktur, öğretmenlerin büyük çoğunluğu işsizdir. Bu olumsuz şartlar dâhilinde, gençlerin beklentileri bizimkilere göre çok daha yüksektir. Çünkü iletişim imkânları ile gençlik gelişmiş ülkelerdeki yaşam standartlarını görmekte, aynısını kendisi için de istemektedir. Yani gençliğin talepleri artmış ama imkânları kısıtlanmıştır. Bu kitle içerisinde ciddi bir alternatif siyaset arayışı yükselmektedir. Hangi parti bu gençlerle aynı dili konuşabilir? İktidara giden yolun birinci şartı bu gençlerle aynı dili konuşmaktır.

DEVLETSİZ EKONOMİ, GÜVENCESİZ HAYAT VE AHLAKSIZ TİCARETİN SONU

40 yıldır bize dayatılan bir paradigma vardır: “Türkiye son komünist ülkedir. Devlet ekonomiye müdahale etmemeli, sendikalar ortadan kaldırılmalı, tarım kesimi küçültülmeli, ülke sanayi üretiminden vaz geçip hizmetler sektörüne yönelmeli, yerel yönetimler kuvvetlendirilip merkezi devlet zayıflatılmalı.” Bu paradigma iflas etmiştir. Bir ülkenin güvenliği sadece polis ve asker eliyle asayişin sağlanması ile elde edilmez. Gıda güvenliği, sağlık güvenliği, bilgi güvenliği, eğitimde fırsat eşitliği ve iş güvencesi olmadan ülkede güvenlik gerçekleşmez. Yani bırakın merkezi devletin zayıflatılmasını, aksine güçlendirilmesi ve sosyal devlet ilkesiyle bu gücünün toplumdaki saydığım temel güvenlik ilkelerini sağlayacak şekilde yeniden pekiştirilmesi gerekmektedir. Bu pekişmiş gücün halk ve bağımsız bir yargı tarafından sıkıca denetlenmesi de olmazsa olmazdır. Ne iktidar ne de muhalefet blokundan buna dair dişe dokunacak bir öneri sâdır olmamaktadır. Hangi parti “ciddi bir sosyal politika programı ve gelecek vizyonunu bağımsız bir yargı ve şeffaf bir yönetim vaadiyle birlikte” önerirse o bir adım öne geçecektir. Çünkü bu süreçte halk etnik, dinsel ve yaşam tarzına dair ayrımların yapay olduğunu görmüştür. Halk enayi de değildir. Kendi sorunlarını çözecek bir siyasete elbette teveccüh edecektir.

HEM ÖZGÜRLÜK HEM BAĞIMSIZLIK

Türk siyasetinde bu iki kelime birbirini tamamlayan kavramlar değil, ama birbirinin rakibi kavramlar olarak ele alınır. Bir kitle özgürlük ister: Özgürlük, “insan hak ve hürriyetlerinin hâkim olduğu, fikir ve inançların serbestçe ifade edilebildiği, adil bir ortamda girişim yapılabildiği bir durumu” tanımlar. Ancak bizde kendini “sol” olarak gören bir güruhun özgürlükten kastı “toplumun ahlaki ve kültürel normlarından azade yaşama serbestliği ile Cumhuriyet’in çizdiği yasal sınırlardan muaf olma ayrıcalığıdır.” Bu insanlar vatanları ve devletlerinden nefret ettikleri gibi, bir de utanmadan “dünya vatandaşı” olma hülyasından bahsederler. Bağımsızlık ise “bir devletin yönetiminde dış güçlerin etkisinden bağımsız olması” anlamına gelir. Bizdeki bazı “ileri demokrasi“ savunucuları da, bağımsız olmayı “iktidarı eline geçirenin hukuk, teamül ve ahlak kayıtlarından bağımsız olarak istediği her şeyi sorumsuzca yapabilmesi” olarak anlamaktadırlar. Gerçek anlamda vatandaşları özgür olan ülkeler bağımsızlığa en yakın ülkelerdir. Gerçek anlamlarıyla özgürlük ve bağımsızlık birbirini tamamlar. Hangi parti hem özgürlüğü hem de bağımsızlığı savunursa, diğerlerine göre daha önde olacaktır.

Pekiyi sizce bu saydıklarımdan bir kısmı veya tamamını hangi siyaset gerçekleştirebilir?

Hayırlı Cumalar…