Ve o adam denizin kıyısında her zaman olduğu yerde denize karşı en acı bakışını atıyordu.

Yağmur çiseliyordu…

Ve o adam denizin kıyısında her zaman olduğu yerde denize karşı en acı bakışını atıyordu.

Hissedemediğim bir bakıştı bu sefer…

Yaşanmışlıkları, yaşamak isteyip de yaşayamadıkları, hayalleri ve hatta sonlandırmak zorunda olduğu düşleri konusunda hep denizle hesaplaşırdı.

Hislerinin en yoğun olduğu anlarda dalgalarda fırtınayla birlikte hareket eder, kendini dizginlemeyi başardığında ise deniz bir çarşaf görüntüsüne bürünürdü.

Ama bu sefer farklıydı.

Elleri her zaman ki gibi o kahverengi uzun paltosunun cebinde değildi.

O ellerini paltosunun cebine soktuğunda en sinirli anını yaşıyor, yumruklarını denize göstermemek adına cebinde saklıyordu.

Bir güç gösterisiydi aslında bu.

Ama bu sefer sakindi, kendisini beklemekte olan kaderden bile sakin…

O sırada dinlemiş olduğu müziği duyar gibiydim.

Çok kişinin bilmediği bir müzik olmalıydı..

Belki de müzikte bile yalnız kalmak istiyordu.

O çok bilinen müziklerde birçok kişinin hissettiği bayatlamış duyguları da yaşamak istemiyordu.

Hayır, birisiyle en çok dinlediği, “bizim” dediği bir şarkı da değildi kulağında çalan.

Herkesten, kendinden bile uzak, sadece denizle hesaplaşmasına yoğunlaşmış bir adamın manifestosuydu o müzik.

Sakin duruşunun gizlediği isyana karşılık bugüne kadar en güçlü durduğu anını yaşıyordu.

Bir o kadar da asil bir andı bu.

Yaşamı boyunca duygularıyla var olmuş bir adamın duygularını bırakarak yok olmaya yakınlaştığı vakitlerdi.

Bir kabullenişti aslında.

Bu kabullenişin kaderini kabul etmesiyle alakası yoktu.

En doğal halini yaşamasıyla ilgiliydi bu kabulleniş ve bu haline yenik düşmekle…

O nedenle sakindi ve o nedenle hesaplaşmasını hiç bilinmeyen bir yerde ve hiç bilinmeyen bir zamanda yapıyordu.

Kaybederken kazanarak kaybediyordu, vazgeçerken elde ederek vazgeçiyordu, yok olurken varlığını kazanıyordu bundan sonra kendisinin de hiç bilmeyeceği bir zaman diliminde.

Hayatı boyunca kendini alışkanlıklarına terk etmiş biri olmamıştı.

Gittiği bir mekânda ona rastladığımda hep aynı yerde oturur, hep aynı kahvesini yudumlar ve hep aynı saatte oradan kalkardı.

Bu alışkanlığından değildi…

Oturduğu yerin, içtiği kahvenin ve o saatlerin hep bir anlamı vardı, hep bu anlamın içinde kendiyle savaşır, bu savaşın sonucu belli olsa da hiç değilse bunu korkmadan yapacağını göstermek isterdi.

Kendine…

Bugün o her zaman gittiği mekânda da yoktu, hiç olmadık haliyle denizin kıyısına gitmeyi tercih etmişti. Arkasında bıraktığı anlamların farkında ve o nedenle hiç olmadığı kadar o anlamlarla bütünleşen bir adamın en yalnız halini sergiliyordu adımları.

Çünkü varlığının anlamını da bırakıyordu geride.

Hani terk edilmenin değil de terk etmenin zorluğunu yaşıyordu.

Hayatı boyunca karar verememiş bir adam karar vermek zorunda kalmıştı ve bu kararı duygularına ihanet ediyordu.

Herhalde en çok zamanın durmasını isterdi böyle bir anda.

Zamanın sabır anlamına geldiğini bilir ve buna yenik düşmek istemezdi.

Bugüne kadar yenik düşmediği tek şey de buydu aslında.

Zaten o nedenle birçok insanın içinde yalnız, o nedenle duygularının arasında hapsolmuş, kaybolmuş bir adamdı.

Ama denizin kıyısındaki o bakış zamana da yenik düştüğünü gösteriyordu.

Kim bilir belki de hiç olmadığı kadar bunu metanetle karşılayacağını kendisi de tahmin edemezdi.

Hava kararıyordu…

Gri bulutların ardında süzülen o mavi deniz yerini siyaha bırakıyordu.

Bir karanlık kadar siyah…

Artık hesaplaştığı deniz değil karanlıktı.

Kendi karanlığı ile hesaplaştığı şeyin karanlığıyla ilmek dokuyan ve ay ışığının dahi denize vurmadığı bir gündü.

Her ne kadar karanlığın içinde yaşamış olsa da bir ışığı beklemişti belki de.

O ışığı karanlığın yutacağını tahmin edemezdi elbet.

Buna ilk kez canlı canlı şahit oluyordu.

Şimdi anlıyordum o duygularını neden bir köşede bıraktığını, neden kendinden dahi uzaklaşmak istediğini…

En başından beri denizin karanlığa bürüneceğini biliyordu.

Bilmiyormuş gibi gözükerek yapmış olduğu rol buydu ve bu sefer rolü bırakmış gerçeği kabullenerek yaşıyordu.

O duygularını karanlığa göstermek istemiyordu, o duygularını karanlığa hapsetmek istemiyordu.

O duygular bir köşede yaşayacakken kendisi karanlığa teslim olmamanın bir yolunu arayacaktı.

Ve bir veda dahi edemeden…

Ama yaşamayı hep kendine görev edinmişken…